Ekim Devrimi’nin hemen ardından Rusya’da fışkıran coşku hikayenin bir yüzüdür. Fakat doruk noktasına ulaşan devrimci hevese, karşı-devrimci saldırılarla başlayan İç Savaşın karanlık rüzgarları da eşlik eder. Bir tarafta işçilerin iktidarı sağlanmaya çalışılırken diğer tarafta kıtlık ve yıkım getiren savaşla mücadele edilir.
Bugün kurulanın yarın yok edilmeyeceği meçhul günler geçerken toplumsal hayatın her alanında eşine rastlanmamış adımlar atılmaya başlanır. Üretim araçlarının kamulaştırılması, ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınması ya da sağlık, eğitim, barınma gibi temel hakların büyük ölçüde başarılı bir şekilde devlet güvencesine alınması yıllar alacaktır. Yine de ilk çerçeve devrimin hemen sonrasında çizilir.
İşte, devrimden sadece dört ay sonra Moskova Çocuk Hakları Bildirgesi (MÇHB) böylece karşımıza çıkar. Bu metin, çocuk işçiliğinin yasaklanmasıyla tarihe geçer. Sadece bu da değil; çocuğu devletin ya da ailenin ‘malı’ değil, toplumun özgür bir bireyi ve ‘geleceğin yurttaşı’ olarak gören perspektifiyle hem kendi dönemi için, hem de bugün için aşılması zor bir devrimci ufuk ortaya koyar.
Birey olarak çocuk
Alanında uzman psikologlar, pedagoglar ve eğitimcilerin öncülük ettiği Çocuklar İçin Özgür Eğitim isimli örgüt tarafından hazırlanan Bildirge’den bazı maddeleri şöyle sıralayabiliriz.
Bu bildirgeyi yorumlarken her şeyden önce 20. yüzyılın ilk yarısında dünyanın tüm kıtalarında çocuk işçiliğin son derece yaygın bir emek sömürüsü yöntemi olduğunu unutmamak gerekiyor. Çok değil, Ekim Devrimi’nden sadece 6 yıl önce ABD’de yaşanan bir yangın, bu durumu korkunç bir şekilde gündeme getirir. New York’taki bir tekstil fabrikasında çıkan yangın sonucu 146 kişi hayatını kaybeder. Yaşamını yitirenlerin büyük bir çoğunluğu, yaşları 14 ila 23 arasında değişen İtalyan ve Yahudi göçmen çocuk işçilerdir.
Asıl şaşırtıcı olan Bolşeviklerin devrimden çok daha önceleri çocuk işçiliği konusunda kendilerine belirledikleri yol haritalarına sadakatleridir. Ekim Devrimi’nin öncesinde Vladimir Lenin’in gündeme getirdiği Nisan Tezleri’nin ardından Bolşevikler yaptıkları program revizyonunda çocukların çalışma ve eğitim hakları konularında bir takım güncellemeler yaparlar: Yaşları 16’dan küçük çocuklar için çalışma yasağı getirilecektir. Bu yaşa kadar verilecek parasız ve zorunlu eğitim kapsamında ‘mesleki eğitim’ yerine ‘politeknik eğitim’ hedefi belirlenir; 16-18 yaş arası için 6 saat mesai yerine 16-20 yaş için 4 saat mesai sınırı konur .
Bugünden ileriye
Politeknik eğitim modeli bir başka yazımızın başlığı, biz şimdilik konumuza geri dönelim ve MÇHB’nin tarih içerisinde ne anlam ifade ettiğini anlamaya çalışalım.
El Yazmaları’nda Hatice Göz imzasıyla yayımlanan yazıda MÇHB, diğer benzer metinlerle kıyaslanırken şu ifadeler kullanılıyor:
“[...] Açıkça görmemiz gerekir ki devrimin ilk günlerinden itibaren çocukların haklarını yasal güvenceye alan, eğitimden sağlığa tüm hakları yaygınlaştırıp ücretsizleştiren, ana dilinde eğitimi tüm coğrafyada uygulayan (Kürtçe çocuk kitapları dahil olmak üzere); çocukların katılım hakkından tutalım da örgütlenme haklarına (Ki Sovyetlerin ilk dönemlerinde sayısız çocuk hakkı örgütü, çocuk meclisi vardı) kadar kabul eden; çocuğa şiddeti, çocuk cezaevlerini, çocukların emeklerinin sömürüsünü yasaklayan; çocukların sanatsal, bilimsel, sosyal aktivitelere katılımını önceleyen (Spor okullarından tutalım da kütüphanelere kadar çocuklar için düşünülen binlerce mekan inşa edilmişti. Mesela dünyanın ilk interaktif çocuk müzesinin Sovyet döneminde başkent Moskova’da inşa edildiğini ve hâlâ aktif olduğunu biliyor muydunuz? Ve duvarlarındaki tabelalarda ‘Her şeye dokunabilirsiniz çocuklar’ yazdığını?), kağıt üzerinde kalmayıp hayata geçirilen tüm bu adımlar bugünün politikalarından çok daha ileri.”
Geçtiğimiz yıl Evrensel gazetesinde yayımlanan ‘Çocukların korunmasına Ekim Devrimi deneyiminden bakmak’ başlıklı yazıda Aylin Okutan da benzer bir farka dikkat çekiyordu. Aradan geçen zamana rağmen Sovyet deneyimi ve elbette MÇHB’nin neden hâlâ en ileri kapitalist sistem mekanizmalarından da ileride konumlandığına dair Okutan şöyle yazıyor:
“Çocuğa ve çocuğa sunulması gereken hizmetlere nasıl yaklaşıldığı, bunların nasıl yapılandırıldığı belirleyici bir noktadır. Sovyetlerde çocuklar toplumun bir parçası olarak görülür ve çocuklarla ilgili tüm konularda devlet çok net ve geniş sorumluluk üstlenir. Çocuk yetiştirme ve çocukların korunması da sadece ailenin değil devletin görevi kabul edilir ve devletin görevini yerine getirmesi yaygın ve çok yönlü, ücretsiz bakım, eğitim, sağlık hizmetleri ve bunlar etrafında şekillenen koruma halkası ile sağlanır. Sovyetlerin bu hizmetlerin sunumunda gösterdiği ilerleme ve ufuk halen en başarılı uygulamalar arasındadır.
Kapitalizmin odağında ise çocukların sağlıklı gelişimlerinin temin edilmesi yoktur, bu nedenle hizmetlerin planlanmasında çocuk ve çocuğun korunma ihtiyaçları temel dikkat noktası değildir.”
Çağdaş vahşet
Ekim Devrimi’nin ardından Sovyetler Birliği’nde MÇHB’nin tüm maddelerinin kusursuz bir şekilde uygulandığını iddia etmek kolay değil. Ancak kaçırılmaması gereken -biri geçmişe öteki bugüne ait- iki nokta var. Birincisi gerek teoride MÇHB, gerekse pratikte Sovyet deneyimi dönemi için büyük bir çığır açmıştır. İkinci olaraksa, Sovyet deneyimini bol keseden eleştirmeye kalkmadan önce kendi yaşadığımız dönemi hesaba katmak gerekiyor.
Milli Eğitim Bakanlığı çatısı altındaki mesleki eğitim merkezlerinde (MESEM) bugüne kadar ucuz iş gücü olarak kullanılan en az 17 çocuk, son 1 yılda ise 87 çocuk iş cinayetlerinde hayatını kaybederken Sovyet deneyimi bize çok şey anlatmıyor mu? Ya da Afrika ve Asya’da çocuk işçilik sömürüsüyle kasasını dolduran çok uluslu şirketler sermaye düzeninin en tepesine yerleşmişken MÇHB ne ifade ediyor dersiniz?
Türlü yüzüne rağmen kapitalizm çocuğu geleceğin ve toplumun yapı taşı olarak göremez. Doğası gereği çocuk bugünün ucuz iş gücüdür. ‘Birey’ değil, ucuz ve kolay yenilenebilir bir ‘Makine parçasıdır’. Kobalt madenlerinde, MESEM’lerde ya da çocuk cinayetlerini okyanus ötelerine taşımış dev şirketlerin Batı ülkelerindeki merkezlerinde değişmeyen ve değişmeyecek olan tek gerçek budur.
O halde asıl sormamız gereken soru, Sovyetlerdeki uygulamaların kusursuz olup olmadığı değil, bugün bize ne gösterdiğidir. Bir asrı aşkın süre önce Moskova’daki bir bildiriyle atılan adımlar da bu yüzden hiç olmadığı kadar taze!
