Çocuk işçiliği ile mücadeleye - Murat Çakır

Türkiye’de çocuk işçi ölümleri saklanıyordu. Çalışma Bakanlığı’nın sitesinde yer alan istatistikleri incelediğimizde resmi olarak her yıl 13-14 çocuk işçi ölümü kayıtlara geçiyor ve bu ölümler duyu(ru)lmuyordu. Ancak İSİG Meclisi kayıtlarına göre her yıl 63-64 çocuk hayatını kaybediyor ve bu tablo son iki yılda daha da derinleşiyor. Geçen yıl 71 çocuk işçi ölürken bu yıl daha tamamlanmadan ölen çocuk işçi sayısının 89 olması çocuk emeğinin durumunu özetliyor. Çocuk işçi ölümleri (öznel çabaların da gayretiyle) gözler önüne serilince büyük bir tepki oluştu. Bu tepkinin somutlaştığı ana uygulama ise Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) oldu… Ancak bu bir sonuç ve biz bu sonucu tartıştığımızı bilirsek hangi adımları atabileceğimize dair daha doğru bir değerlendirmede bulunabiliriz.

Türkiye’de milyonlarca çocuk işçi var
18 yaşını doldurmayan ve (ücretli ya da kendi nam ve hesabına/ücretsiz, bu ayrımlar önemli) çalışan toplumun her üyesini “çocuk işçi” olarak tanımlamalıyız. (Türkiye yasalarında 18 yaş altı için çocuk ve genç işçi tanımları ayrı ayrı yapılmış ve bu konuda yayımlanan yönetmeliklerde ayrıntılı olarak belirlenmiş. Gerçi fiiliyatta bu düzenlemelere de uyulmuyor ama bunları bilmek de önemli unutmayalım.)

Peki, çocuk işçiler kim? Çocuk işçiler tarım sektöründe ailesiyle birlikte mevsimlik olarak ücretli veya tarlasında çalışanlardır, çocuk işçiler haftanın bir günü okulda dört günü işyerinde olan MESEM adı altında çalışanlardır, çocuk işçiler kentlerin varoşlarında aile içi emek kapsamında ücretsiz çalışanlardır, çocuk işçiler iş öğrensin diye yaz tatilinde çalıştırılanlardır, çocuk işçiler harçlığını kazansın diye tanıdığın yanına verilenlerdir…

Tarım sektöründe; mevsimlik işçi, gezici mevsimlik işçi (en kötü çalışma biçimi), bulunduğu bölgede çalışan tarla işçisi, çoban, besi çiftliği işçisi, orman işçisi, balıkçı ve çiftçiler olmak üzere çocukların birçok farklı çalışma biçimi bulunuyor. Sadece Urfa’yı düşünelim. İki milyon iki yüz bin nüfusun yüzde 40’ı, yani bir milyonu çocuk ve bu çocukların büyük bir çoğunluğu tarım işçisi.

İnşaat sektöründe; sıvacı, duvarcı, ortacı gibi çırak ve kalfa adıyla çalışan ama iş yükü bakımından yetişkinlerle aynı şekilde çalışan genellikle ailenin diğer üyeleriyle ya da akrabalarıyla gelen çocuklar var. Ordulu, Samsunlu, Çorumlu, Vanlı, Ağrılı ve göçmen çocukları düşünelim. On binlerce çocuk demek bu.

Hizmet sektöründe; son dönemde özellikle moto kurye olan, AVM’lerdeki her dükkanda, yemek satılan her yerde satışta veya mutfakta yer alan, ayrıca sokakta; ayakkabı boyacılığı, seyyar satıcılık, araba camı silme, atık toplama gibi işlerde çalışan; her şehirde her ana caddede çalışan on binlerce çocuk var.

Sanayi sektöründe; merdiven altı işyerlerinde, atölyelerde, eskiden büyük kentlerde iken şimdi Anadolu kentlerinin tamamına yayılan organize sanayi bölgelerinde (OSB), metalde, deride, kimyada, ağaçta çalışan on binlerce çocuk var.

Bir de sanayi-inşaat-hizmet sektörlerinde eğitim sistemine entegrasyon adı altında işçileştirilen çocuklar var. Bu gerçekliği Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin ifade ediyor:

2024-2025 eğitim öğretim yılı itibarıyla toplam 3 bin 954 meslek okulunda 1 milyon 536 bin 242 öğrencimiz, 408 MESEM’de 420 bin öğrencimiz var.

Yani işçileştirilme sürecinde olan yaklaşık 2 milyon öğrenci demek bu.

2025-2026 eğitim öğretim yılında 509 bin 85 mesleki eğitim merkezi öğrencisi 224 bin 346 işletmede, 254 bin 60 Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi (MTAL) öğrencisi ise 111 bin 578 işletmede mesleki eğitimi almaktadır.

Yani bu öğrencilerin (MESEM+MTAL) 765 bini de işyerlerinde ‘bizzat işçi olarak çalışıyor’.

Özetle anlaşılması gereken husus şu: Türkiye’de sanayi, tarım, inşaat ve hizmet sektörlerinde 3-4 milyon civarında çocuk farklı biçimlerde çalıştırılıyor. Bunun en çıplak sonucu olan iş cinayetleri de gerçekliğin gözler önüne serilmesini sağladı.

Çocuk işçiliği nasıl kitleselleştirildi?
Bu sürecin temelinde 24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesi ile hayata geçirilen neoliberal politikalar var ama olgunlaştırılması, yani ‘çocuk işçiliğinin kitleselleştirilmesi’ AKP’li yıllarda özellikle son 15 yılda uygulanan yoksullaştırma ve eğitim politikaları ile birlikte oldu.

Öncelikle eğitim sistemi üniversiteden başlayarak ilkokula kadar çökertildi. Her ile bir üniversite söylemi ile adını bilmediğimiz üniversiteler, bölümler açıldı, kitlesel mezunlar verildi. Bu süreç ücretlerin düşmesine, işsizliğe ve ataması yapılmayan mesleklerin oluşmasına yol açtı. Eğitimin metalaştırılması ve sanayi-eğitim işbirliği politikaları hayata geçirildi. 2006 yılında MEB-Koç Holding işbirliği ile “Meslek Lisesi Memleket Meselesi” şiarıyla öğrencilerin sanayi için ara eleman olarak yetiştirilmeye başlanması hedefiyle meslek okullarının sayısı artırıldı ve liselerdeki oranı üçte biri geçti. 2012 yılında 4+4+4 ile ilk sekiz yıllık eğitim parçalandı, çocuklar 60 aylıktan itibaren okula başlatıldı, hayattan kopuk bir teorik müfredata boğuldu, okullara bina yapımı-öğretmen maaşı dışında hiçbir kaynak aktarılmadı. Özel okullara teşvikler verildi ve sayıları artırıldı. Bugün ilköğretimi bitiren ama temel matematik, dil, fen ve hayat bilgisi olmayan binlerce çocuk var.

Özetle eğitim sistemine büyük bir darbe vuruldu. Okumanın hem bir ‘gelecek sağlamadığı’ hem de ‘gereksiz bir faaliyet’ olduğu empoze edildi ve eğitim politikaları bu noktada şekillendi.

İkinci olarak 2008 krizi sonrası yoksullaştırma politikaları hızla devreye girdi. Alım gücü düştü ve ailenin her üyesi çalışmak zorunda kalmaya başladı. Çocuklar daha evvelki yıllarda da kırsal alanda kitlesel bir biçimde çalışıyorlardı ancak 2008 sonrası mevsimlik gezici tarım işçisi çocukların sayısı hızla arttı. Diğer yandan kentsel yoksulluk yaygınlaşınca eğitim politikalarının da bu konudaki yönlendirmesiyle hızla ‘çocuk işçiliği kentleşti’. Pandemi süreci ile birlikte çocuklar kitlesel olarak örgün eğitimden açık liseye kaydını aldırdı. Özellikle MESEM’de gördüğümüz üzere bizzat devlet politikalarıyla kitleselleştirilen çocuk işçilik ve tüm Anadolu kentlerinde yoğunlaşan OSB gerçekliği artık çocuk işçi ölümlerini kent merkezlerine ve çeperlerine taşıdı. Tarım işçisi çocuklar tamamen sosyal hayattan dışlandığı ve yerleşim merkezleri dışında hem yaşadıkları hem çalıştıkları alanda çevrelendiklerinden ötürü çocuklar ve ölümleri devlet ve sermaye tarafından ‘görünmez’ kılınıyordu. Oysa yukarıda da okuduğunuz gibi çocuk işçiler artık her yerde, kentin göbeğinde. Hepimizin ailesinde veya sülalesinde bir çocuk çalışıyor, her sokakta tanıdığımız bir çalışan çocuk var.

Kentlerdeki çocukların en kötü çalışma biçimi olarak MESEM
Türkiye’de çocuk emeğinin sömürüsünde yaygın bir şekilde kullanılan temel yasal model çıraklıktı. Yoksul ailelerin çocuklarına yapılacak eğitim yatırımının maliyetini ortadan kaldırmak üzere kurulan ve 1970’lerden bu yana uygulanan bu model sınıfsal eşitsizliği derinleştirdi. Belirli dönemlerde çıraklığa ilişkin mevzuat düzenlemeleri yapıldı ancak bu düzenlemeler çıraklığı ortadan kaldırmak ya da azaltmak üzere değil tam tersine mevcut yeni piyasa koşullarına ya da yasal değişikliklere uyum sağlamak üzere geliştirildi. Bu noktada Çıraklık Eğitimi Merkezlerinin adı 2001 yılında Mesleki Eğitim Merkezleri olarak değiştirildi ve 2016 yılı ile beraber eğitim sistemine entegre edildi.

‘MESEM’lerde yoğunlaşan çocuk işçiliğin nesnel zeminini yoksullaştırma ve eğitim sisteminin dışına itilme politikaları oluşturmaktadır’. Yüzbinlerce çocuk eğitim adı altında bir gün okula dört gün işyerine gitmektedir. İşyerlerinde çalışma 5-6 gün ve 10-12 saate çıkmakta ‘işi öğrenme bizzat işçi olarak çalışarak’ gerçekleştirilmektedir. Çocuklara verilen 7 ila 12 bin liralık ücret ise işsizlik fonundan karşılanmakta, patronun cebinden en fazla (o da isterse) verdiği yemek ya da harçlık çıkmaktadır. Yani MESEM patronlar için ‘ücretsiz bir işgücü kaynağı’dır. Son dönemde MTAL ve MESEM okul-öğrenci sayısında ise MESEM lehine bir kayma olduğu ve bu yönde bir politika izlendiğini unutmamak gerekir.

Bu uygulamanın son iki yıldır ortaokul düzeyine indirilmesi için adımlar atılmaya başlandı. 17 Ocak 2025’te Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmelikle 5. ve 6. sınıflarda eğitim yılı süresince, 7. sınıfta ise eylül ayının son işgününe kadar ortaokullardaki çocukların meslek ortaokullarına nakli yapılabilecek. Yani mesleki eğitim adıyla işçileştirme yaşı 10-11’e düşürülüyor. Bu politikanın kökenine baktığımızda karşımıza yine bir patron örgütü olan MÜSİAD’ın düzenlediği 2014 Meslek Lisesi Çalıştayı raporundaki görüşler çıkmaktadır. ‘Yani Türkiye’de mesleki eğitim adıyla uygulanan devlet politikalarının temelinde TÜSİAD ve MÜSİAD’ın ihtiyaçları yatmaktadır.’

Sonuç olarak maddi durumu kötü olan ailelerden çocuklar MESEM’e gitmektedir. Böylece bir yandan lise diploması alıp diğer yandan çalışıp diploma, kalfalık ve ustalık belgesi alarak (meslek sahibi olup koluna altın bilezik takarak) işyeri açma hayalleri olacak. Ancak gerçekte bu çocuklara sunulan gelecek OSB’lerde, gıda, metal, kimya gibi sektörlerde ara eleman olma ya da hizmet sektörü çalışanı olmaktır. Diğer yandan sağlıklarını, çocukluklarını ve gençliklerini işyerlerinde bırakacaklar…

İki ayaklı bir mücadele
Şu an çocukların kitlesel olarak işçileştirildiği bir sürecin sonuçlarını yakıcı bir şekilde yaşıyoruz. Bu noktada güncel sorunlar üzerinden oluşacak ortak yaklaşımların öne çıkarılacağı, toplumun bütün kesimlerini kapsayabilecek ‘çocuk işçiliği ile mücadele’ ekseninde ‘koordinatif bir ilişki ağı’ geliştirilmelidir. Esasen bugün gelinen süreçte zikzaklar çizilse de çocuk işçi ölümleri, MESEM’ler, bütçede çocuklar, parasız eğitim, uyuşturucu/kumar ve çetelere karşı mücadele gibi güncel sorunlar üzerinden fiili bağlar, adımlar ve sosyal saflaşmalar oluştu. Özel bir işçilik ile bu süreç örülmeli ve koordinatif bir örgütlenme ağı şekillenmelidir.

Can alıcı olan ise gençlik örgütlenmeleridir. Geleneksel olarak üniversite ve lise kökenli politik gençlik örgütlenmelerimiz bulunmaktadır. Ancak öğrenci hareketinin kendine özgü bir parçası olan MTAL’lara dönük bir politika eskiden beri oluşturulamadı ve örgütlenemedi. MESEM’ler ise daha özgün bir durumda. Bir yanı öğrenci, bir yanı işçi ve bir yanı mahalleli diyebileceğimiz bu gençlere dönük özgün bir form örgütlenmelidir. Çözüm, sorunun esas muhatabı olan gençlerin (çocukların) ellerindedir.

Taleplerin ve örgütsel formların tartışılması ayrıntılı bir konu. Zira bu yazı genel hatları belirtmek için yazıldı. Bu noktada 56 yıllık devrimci gençlik hareketinin yaratıcı pratiğine ve mücadelemize olan özgüvenimizin başlangıç noktasını oluşturduğunu söyleyerek burada noktayı koyalım.

* Murat Çakır, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi Koordinatörü

Sendika.Org