19. yüzyıl işçi sınıfı, pencerelerine çakılan tahtalarla kör edilmişti. Modern zamanların ‘ışıksız ve havasız’ları böylelikle AVM’lerin aşırı aydınlığında kör edilir! O karanlıktaki işçi sınıfından yayılan tifüs, verem, sıtma ve boğmaca mikrobu üst sınıflar için bir tehditti. Sonunda ‘sınıf atlayıp’, pencereleri açtırmayı başardı. Bugün o ‘mikrobun’ adı nedir? Yanıt vermek zor. Ama birimiz bile ‘karanlıktaysak’, daha açılacak bir pencere var demektir!

Güneş herkes için parlar
Ama onlar için parlamaz
…
Onlar ki madenlerde çalışırlar
Onlar ki balık pulu ayıklarlar
…
Onlar ki fabrikada geçirirler pazarları bayramları
…
Onlar ki denizi hiç görmemişlerdir
Onlar ki ufuk mavisine gönül bağlamışlardır
…
Jacques Prevert (1900-1977)
Neredeyse hiç kimsenin okuma-yazma bilmediği bir Anadolu köyünde, 1950’lerde öğretmenlik yapan Mahmut Makal köylülerin kendisine gelen gazete ve dergileri elinden nasıl kapıştıklarını anlatır [1]. Gazete ve dergiye ilgi çoktur. Tıpkı köyün gencecik öğretmeni gibi köylüler de gazete ve dergilerin yeni sayılarının köye ulaşmasını dört gözle beklerler. Özellikle de Varlık ve Köy Postası gibi büyük boyda olanlara ilgi fazladır. “Aman gazete, öğretmen efendi” diye elinden çeke çeke alırlar. “Çocuklar kırılacak soğuktan.”
Köylüler bu gazete ve dergileri, duvarda küçük birer delikten ibaret olan ve kışın kuru ayazında soğuğu içeriye almaktan başka bir işe yaramayan pencerelerini kapatmak için kullanırlar. Cam nedir bilmezler. Çul, çaput ellerine ne geçirirlerse duvardaki bu ‘deliklere’ tıkarlar. Ancak öğretmenin ve onunla birlikte süreli yayınların köye gelmesiyle gazete ve dergileri keşfederler. “Filanca yapıştırmış da biz de heves ettik…” diye duyan gelir. Hem delikleri bunlarla kapatmak “hani biraz da kibar” oluyordur.
Işığından çok soğuğunu ‘gördükleri’ duvardaki bu delikleri köylüler mümkün olsa belki de büsbütün kapatırlar da kapatamazlar. Çünkü bir canlı türü olarak, havaya ve gün ışığına mecburlar.
Duvarda bir delik olarak pencerenin tarihi bu yüzden o dört duvarın, yani evin kendi tarihiyle özdeştir. Doğanın yıkıcı etkilerinden korunmak üzere, milattan önce 10 bin yıllarında evi icat eden insan, o dört duvarla birlikte ve onunla eş zamanlı olarak işte bu delikleri de icat etmiştir.
Ama o delik bir kez icat edilince/açılınca, pencerenin geri kalan tarihi artık o deliğin nasıl kapatılacağının tarihidir.
Pencereleri ‘kapatmak’
Duvardaki deliklerden birbiriyle uyumsuz iki temel beklenti vardır; havayı ve gün ışığını geçirmeli fakat soğuğu uzak tutmalıdır. Bu amaçla, tarihteki ilk delikler/pencereler şeffaflaştırılmış hayvan derileri, yağlı kâğıt veya ince kumaş gibi ışığı kısmen geçiren malzemelerle kaplanmıştır.
Bugün pencereyle özdeşleşen saydam cam ise ötekilere kıyasla oldukça yenidir. Camın bu kullanımına ilk olarak MS 1. yüzyılda Romalılarda rastlanır. Bu ilk örnekler, bildiğimiz rafine camlar da değildir. Kalın, bulanık ve dahası, büyük parçalarda üretilemediği için ancak küçük küçüktür. Işığı geçirmeye geçirir, fakat dışarıyı göstermez.
Camlı pencerelerin Avrupa’da yaygınlaşması çok sonraya, neredeyse 12. yüzyıla rastlar. O dönemde cam üretimi hem zor hem de son derece pahalıdır. Bu nedenle yalnızca kiliseler, manastırlar ve zenginlerin pencereleri camlıdır. Sadece ayrıcalıklı bir kesimin erişebilmesinden ötürü bu camlı pencereler, evin işlevsel bir özelliği olmanın ötesine geçer ve gücün, zenginliğin ve toplumsal hiyerarşinin en belirgin sembollerine dönüşür. Penceresinde camı olan maddi, manevi ve ilahi bakımdan camı olmayandan ‘üstündür’.
17. yüzyılda cam üfleme tekniklerinin gelişmesiyle cam kullanımı kademeli olarak artar. Buna karşın, üretimi halen zor ve pahalıdır. Küçük parçalar halinde üretilip, pencere açıklığına göre mozaik şeklinde birleştirilir. Ve ancak çok zenginlerin gücü yettiğinden, zenginliği ve statüyü simgelemeye devam eder[2].
Cam üretim teknolojisi ilerleyince camlar da ucuzlar. 18. yüzyıla gelindiğinde Avrupa’da artık hemen her ev camlı pencerelere sahiptir. Bu arada, herkesin erişebildiği bir nesne fark atma/farkı gösterme kapasitesini kaybedeceğinden camlı pencere de bir statü göstergesi olarak itibarını yitirir.
Duvardaki delikleri ışığı geçirgen bir şekilde kapatan ve böylelikle esasında içerisini gün ışığına açan camın ardındaki yüzlerce yıllık teknoloji tarihine karşın, endüstriyel ilerlemenin kalbi İngiltere’de 19. yüzyılda fakat tersine bir yönelim başlar ve pencereler bir bir kapanır. Nedeni havaya veya gün ışığına olan ihtiyacın azalması değildir, fakat onların vergilendirilmesidir. Zira, artık ne hava bedava ne gün ışığı bedavadır!
Pencere veya “Işık ve Hava” Vergisi
Bilindiği gibi, devletler gelirlerini yoktan var etme kapasitesine sahip aygıtlardır. Bu gelirin adı vergidir. Tarihte örneği boldur, devletler ihtiyaç duydukça çeşit çeşit vergi çıkarır.
Bunlardan biri de askeri ve diplomatik harcamalarla birlikte o sırada aşırı artan saray giderlerini de karşılamak üzere 1696 yılında İngiltere’de yürürlüğe giren Pencere Vergisi’dir. Pencere ile servet arasındaki ilişkiyi resmileştiren bu adım, bir evdeki pencere sayısıyla ev halkının servetini doğrudan orantılı sayar. Ve gün ışığı ve hava, böylelikle vergilendirilebilir ‘lüksler’ haline gelir.

'Işığa getirilen vergiye karşı gezegenlerin devrimi', The Political Drama, İngiltere, 1700’ler (gettyimages)
Pencereyi vergilendiren bu uygulama tuhaflık bakımından tarihte eşsiz değildir. Devletler bunun gibi daha pek çok yaratıcı gelir kaynağı bulmuştur. Baca sayısı (Baca Vergisi-1662), duvarlarda kullanılan tuğla sayısı (Tuğla Vergisi-1784), iç dekorasyonda duvar kâğıdı kullanımı (Duvar Kağıdı Vergisi-1712) ve hatta evde bir duvar saatine sahip olmak (Saat Vergisi-1797), örneğin, vergiye tabidir. Vergi yüzünden evlerinde bir saat bulunduramayan insanların saati sokaktaki esnaftan sordukları bilinir.
Pencere Vergisi'nin sonuçları ve mekânsal eşitsizlik
Işık ve Hava Vergisi olarak da bilinen Pencere Vergisi modern emlak vergilerinin öncüsüydü. Mantığı basitti, bir evin ne kadar çok penceresi varsa sahibi o kadar zengindi. Sahip olunan gündelik malların serveti doğrudan belirlediği bir toplumda pencereleri, bacaları veya tuğlaları saymak makul bir refah ölçüsü gibi görünüyordu. Bu nedenle, pencere sayısına dayalı bu yeni vergiyle adil olunacağı, güncel bir ifadeyle çoktan çok, azdan az alınacağı ve sonuçta yoksullara önemli bir yük getirilmeyeceği iddia ediliyordu. Oysa sonuç tam tersiydi. Fazladan en küçük bir maliyeti bile karşılayamayan yoksullar vergiden kaçınmanın yollarına baktılar. Ve mümkün olan her yerde pencerelerini tahtalarla kapatmaya başladılar.
Ama verginin en vahim sonuçları asıl 19. yüzyılın ilk yarısında görünür. Sanayi yükselişe geçmiş, fabrikaların çevresinde giderek büyüyen bir kentli yoksul sınıf, işçi sınıfı ortaya çıkmıştır. Sanayi işçileri genellikle ucuz ve kalabalık bloklarda yaşar. Her blok bütün pencereleriyle tek bir konut olarak kabul edilir ve pencere vergisinin yükü doğal olarak ev sahibine düşer. Bu yükümlülüğe karşı ev sahipleri kiraları arttırma yoluna gider. Ama işçi ücretlerinin düşüklüğünden ötürü bu pek de mümkün değildir.
Sonuçta, vergiden kaçınmak için geriye tek bir ‘çare’ kalır ve ev sahipleri servetlerinden değil ama servetlerinin bir ölçüsü olan pencerelerinden ‘feragat edip’ işçi bloklarındaki pencerelerini tahtalar çaktırmak veya tuğlalar ördürmek suretiyle kapattırmaya başlar. İşçi sınıfı mahallelerindeki pencereye benzer her açıklık, en küçük bir havalandırma deliğinden ızgarasına kadar, mümkün olan her yerde böylelikle işçi sınıfının üzerine kapanır.
İşçilerin evleri de artık temiz hava ve gün ışığına hasret kaldıkları fabrikalarının bir uzantısıdır. Ve artık ne hava bedava, ne gün ışığı bedavadır!
Pencere Vergisi’ne zenginlerin yanıtı: Daha fazla pencere, daha fazla gösteriş!
Pencereler yoksulların üzerine kapanırken, üst sınıftan seçkinler vergiyle birlikte prestiji artan ve yeniden gösteriş nesnesine dönüşen pencerelerini, ayrıcalıklı statülerini ve zenginliklerini sergilemek üzere ‘açmaya’ başlarlar. Büyük pencere büyük vergi anlamına geldiğinden, evlerine daha büyük ve daha çok pencere eklerler[3].

İngiltere’deki çok pencereli malikanelerden biri: Belton House
Pencerelerin deyim yerindeyse davul zurnayla açıldığı bu gösteriş merakı özel bir örnek olarak belki tarihte kalmıştır, fakat gösteriş merakının kendisi tarih olmamıştır ve iki asır sonra bugün pencerelerin değil fakat bu defa perdelerin ‘açılmasıyla’ tekrarlanır. Daha önceki bir yazıda değinmiştik, Londra ve New York’un zengin semtlerinde başlayan bu ‘perde açma’ trendinde merak aynı ‘tarihi’ meraktır ve mesele, dışarıdaki manzarayı görmek değil, içerideki ‘manzarayı’/zenginliği dışarıya göstermektir.
İşin ilginç yanı, itibardan/gösterişten tasarruf etmeyen bu 19. yüzyıl zenginlerinin bir yandan konutlarına yeni pencereler eklerken diğer yandan hizmetçilerinin odalarındaki pencereleri kapattırması/onlardan tasarruf etmesidir. Bu da akla, diyalektiğin uzlaşmaz çelişkisini getirir. Birilerinin lüksü/itibarı, daima bir diğerinin ‘tasarrufudur’. Zenginler daha zengin ve daha müsrif yaşayabilsinler diye işçi sınıfı havadan ve gün ışığından tasarruf eder!
Kim kimin çöpünü toplayacak?
Bol pencereli ve havadar malikanelere karşın hizmetçilerin pencereleri kapatılmış odaları, günümüz Türkiye’sindeki kapıcı daireleriyle yeniden üretilir. Bilindiği gibi, bu daireler daire olmaktan çok tek veya iki odalı ‘hane’lerdir. Genellikle giriş veya bodrum katında yer alır. Küçüktür. Havasız ve gün ışığından yoksundur. Yoksulluk Halleri [4] adlı saha araştırmasında örneğin bir görüşmeci, Güllü, yaşadığı kapıcı dairesini duvarları hep rutubetle kaplı, evde baş ağrısından duramıyoruz diye tarif eder. “İşte, köpek yaşamaz orda” der. “Ama biz yaşıyoruz!”

"Kapıcı Dairesi", Gülsün Karamustafa, 1976
Dört beş bloklu sitelerde hiç değilse 100 daire bulunabilmesine karşın, bu ‘101. daire’ aynı site/binadaki dairelerin kural gereği bir karikatürü gibidir.
Siteyi yapan hayali bir müteahhite kulak verelim: “Yüz daire yapmışım, yüz birinciyi mi yapamayacaktım?”
Haklıdır. Yapabilir. Ama sanki kural gereği yapmaz. Tıpkı hizmet eden ile hizmet edilenin odalarındaki pencereler üzerinden sınıflandırılabildiği geçmişin İngiliz malikanelerinde olduğu gibi günümüzdeki bu modern yerleşim düzeni de mimari/pratik bir tercih olmaktan öte sınıfsal ayrımın/toplumsal hiyerarşinin mekânsal bir tezahürüdür. Sadece bir tezahürü de değil, o hiyerarşinin ta kendisidir.
Zira, bu mimari düzende ‘aşağıdakiler’ fiziksel olarak da aşağıdadır. Ve kim kimin çöpünü toplayacak, sanki buna yaşadıkları daireler karar verir!
Karanlıktaki işçi sınıfı
Pencere Vergisi sanayi öncesi bir toplum için tasarlanmıştı. Sanayileşmeyle birlikte kentler de yükselişe geçince yoksullar üzerinde yıkıcı bir etki yarattı. Zengin ile yoksul arasındaki fark açıldı. Biri ışıklı, havadar mekânlarda yaşarken, öteki karanlık ve havasız barınaklarda böcekler gibi üst üste yaşamaya zorlandı.

İşçi konutları, Londra, 19. yüzyıl
Dahası, bu vergi mimaride de kalıcı ve etkisini günümüze kadar hissettiren önemli değişikliklere yol açtı. İşçi sınıfı için olduğu kadar orta sınıflar için de konutlar, mevzuattaki boşluklar kullanılarak, vergilendirilebilir pencere sayısı en az olacak şekilde tasarlanmaya başladı. Böylelikle, sınıflar arasındaki eşitsizlikler daha da derinleşti. Gün ışığı almayan, havasız işçi sınıfı konutları ‘halk sağlığını’ tehdit etmeye ve yoksullar arasında tifüs, verem, sıtma ve boğmaca gibi salgın hastalıklar hızla yayılmaya başladı.
İşçi sınıfı ‘mikrobu’
19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, evlerdeki havasızlığın ve karanlığın başlıca sorumlusunun Pencere Vergisi olduğu artık genel kanıydı. Kamuoyunun artan farkındalığı ve yükselen protestolar, verginin reformu veya büsbütün kaldırılması yönündeki çabaları hızlandırdı.
Bunda, kentli yoksullar arasında yayılan konut kaynaklı salgın hastalıklar da etkiliydi. Zira, mikroplar yerinde durmuyor fakat ‘sınıf atlayıp’ yoksullardan üst sınıflara bulaşıyordu. Tıpkı günümüzde, toplumun küçük bir kesimi bile aşılanmazsa salgın hastalık mikrobunun mutasyon geçirip aşılılara tehdit olmaya devam edeceği ilkesine dayanarak, yoksul halkların ‘mikroplarından’ kendilerini korumak için aşı kampanyalarını kendi paralarıyla destekleyen dünyanın ‘hayırsever’ zenginleri gibi 19. yüzyıl aristokrasisi ve burjuvazisi de işçi sınıfının sağlıksız koşullarına ‘duyarlı’ hale gelmişti.
Tarih boyunca kendini arada bir gösteren bu duyarlılık, öte yandan, modern zamanlarda, bazı işletmelerin duvarlarına asılan “Sağlığınız, kazancımızdır!” mottosunda en yalın ifadesine kavuşacaktı. Bu bir itiraf değilse, dil sürçmesi olmalıydı. Ama öyle ya da böyle, doğruydu. İşçi sınıfı hastalanırsa, artı-değeri kim üretirdi?
Pencere Vergisi'nin kaldırılması
Pencere Vergisi karşıtı harekette etkili isimlerden biri de, gazeteciliğini olduğu kadar romanlarını da İngiltere’deki yoksulların sefil yaşam koşullarına dikkat çekmek için kullanan ve 19. yüzyıl yoksullarının hayatlarındaki her iyileşmede bir izi bulunan Charles Dickens’tı. Dickens çabalarıyla farkındalık yaratmanın ötesine geçip, kamu politikalarını doğrudan etkilemeyi başardı. Parlamento’ya yazdığı bir mektubunda “hava kadar bedava” deyiminin Parlamento Yasası ile geçersiz kılındığını, zira Pencere Vergisi’nin yürürlüğe girmesinden bu yana ne havanın ne de ışığın bedava olduğunu dile getirdi.
Dickens'ın desteğiyle kampanya büyük bir ivme kazandı ve sonunda 24 Temmuz 1851'de Pencere Vergisi büsbütün kaldırıldı.
Zaferin resmi, dönemin toplumsal meseleleri gündemine taşımasıyla ünlü karikatür dergisi Punch’tan geldi. Resimde, ışıktan gözleri kamaşan yoksul bir aileyle gülümseyen güneşin buluşması vardı.

“Pencere Vergisi'nin Kaldırılmasın Dair Bir Vizyon”, Punch, 1850
Tuhaf ama yine de en uzun süreli vergilerden biri olan Pencere Vergisi tam 156 yıl boyunca yürürlükte kaldı ve ardında günümüze kadar uzanan mimari izler bıraktı. Bugün halen, İngiltere’nin birçok kasaba ve şehrinde bu ‘vergi kaçağı’ kapatılmış pencerelere rastlamak mümkündür. Ve sadece tarihte kalmış bir eşitsizliği değil fakat yaşamın en temel haklarından olan ışık ve hava hakkının bile, sanılanın aksine, verili olmadığını gösterir.
Pencereler, içerideki neyi gösterip neyi göstermediği kadar, o halde, ışık ve havadan kimlerin ne kadar yararlandığını göstermesi anlamında da sınıfsal bir göstergedir.

Bazı ev sahipleri de tuğla örülerek kapatılan pencerelerini daha estetik kılmak içinTrompe-l'œil tekniğiyle resimletmiştir
Pencereler, somut verilerle de desteklenen sınıfsal bir göstergedir
ABD Enerji Bakanlığı 2013 yılında bir araştırma yapar. Amaç, konutların kış aylarında enerji kullanım davranışlarına dayanarak tasarruf yöntemleri belirlemek ve örneğin, hangi pencerelerde hangi tür kaplama yöntemi kullanılmalı - jaluzi, panjur, perde, tente, vb. - buna dair bir rehber oluşturmaktır.
Ancak elde edilen veriler, beklenmedik bir ‘davranışı’ da kazara açığa çıkarır. Buna göre, yıllık geliri 150 bin doların üzerindeki Amerikalılar, geliri 20–29 bin dolar olanlara göre perdelerini açık bırakmaya neredeyse iki kat daha eğilimlidir.
Bilindiği gibi, pencereler enerji kaybının yoğun olduğu yerlerdir. Gösteriş için veya değil, oysa bu üst sınıflar pencerelerini soğuklarda bir perdeyle olsun kapatmaz. Onların sınıfsal davranışında bir perde yoktur. Çünkü, enerjiden tasarrufa ihtiyaçları yoktur.
Bu da, gerek sonlu kaynaklar gerekse de çevresel duyarlılık nedeniyle olsun, aşırı tüketimi sınırlamak ve enerjinin verimli kullanımını teşvik etmek üzere geliştirilen artan oranlı faturaların ancak alt sınıfların tüketim davranışlarını etkileyebileceğini gösterir. Artan orandan çekinecek olan bir tek onlardır.
Uzlaşmaz çelişki gene devrededir. Birilerinin doludizgin tüketimi/lüksü gibi çevresel duyarlılığı da daima başka birilerinin tasarrufudur; siz çevreyi daha az ‘tüketin’ ki biz daha çok tüketelim!
Ben, Daniel Blake
Bir başka tasarruf örneği de Ken Loach’un günümüz yoksulluğunu anlattığı Ben, Daniel Blake (2016) isimli filminden. Kışın soğuktan donan yoksul bir aileye yardım etmeye çalışan yaşlı bir adam bir gün elinde hani şu kırılgan nesnelerin sarıldığı baloncuklu veya çocukların deyimiyle patlayan naylonla çıkagelir ve perdesiz pencereyi bu naylonla kaplar. Amaç, ısı yalıtımı olduğu kadar küçük bir sera etkisi de yaratmaktır. Baloncukların içindeki hava gün ışığını emip, ısıyı tutacak ve içerisi biraz olsun ılıyacaktır.

Bütün bu örnekler gösterir ki pencerenin belki artık açıklığı değil ama onun neyle kapatıldığı halen sınıfsaldır ve camdaki baloncuklu naylon bir ailenin sınıfsal ‘tasarrufudur.’
Çağdaş eşitsizlikler
Günlük yaşamda, eşitsizliğin pencereler üzerinden nasıl deneyimlendiğine dair Glasgow’da yapılan güncel bir araştırmada [5], düşük maliyetli sosyal konutlarda yaşayan kiracılarla görüşülür. Görüşmeciler “Yağmur yağdığında, sular pencerelerden içeriye giriyor” diye anlatır. Yağmurdan yatakları, eşyaları ıslanıyordur. “Hava soğuk olduğunda…” diye devam ederler ki Glasgow’da hava genellikle soğuktur. “Pencereyi açsan buz gibi oluyor, kapatsan her yer yemek kokuyor.”
Onlar için pencere, rahatsız edici bir ‘açıklıktır’. Pencere ‘derttir’ ve duvardaki o deliğin bir tanımı varsa o da soğuğun girdiği yerdir!
Bütün bu örnekler, pencerenin sadece sınıfsal göstergeden ibaret olmadığını gösterir. Onu deneyimleme biçimi anlamında pencereye bakış da sınıfsaldır. Pencere sadece dışarıya değil aynı zamanda sınıfa açılır!
Modern zamanların ‘ışıksız ve havasız’ları…
Artık Pencere Vergisi diye bir şey yok. Ama hava ve gün ışığı mücadelesi ‘perdeler ardında’ devam ediyor.
Günümüzde sayısız çalışan/işçi gün ışığından mahrum yaşıyor. Gün doğmadan evden çıkıp, ancak gün batımından sonra eve dönüyor. Günlerini yapay ışıklarla aydınlatılmış AVM’lerde, lojistik depoları ve tekstil fabrikalarında ve yapay havayı soluyarak geçiriyor. Çoğu molalarını bile kapalı ortamlarda geçirmek zorunda. Ve genellikle hafta sonları da çalıştıklarından, gün ışığını bazen günlerce göremiyor.
Sadece AVM çalışanları günümüzde 600 bini buluyor. Bunların yüzde 56’sı 25 yaşın altında. Yarıdan çoğu hiç tatil yapamıyor ve sürekli zorunlu mesaiye kalıyor. Gençler mecazi değil, gerçek anlamda gün yüzü görmüyor.
Bir blogda deneyimlerini paylaşan AVM çalışanları “İşe gidiyoruz karanlık, işten çıkıyoruz karanlık…” diye anlatıyor.
“Gün yüzü görmemek bu olsa gerek.”
“Bence önemli olan AVM’de çalışmak değil, bütün gün güneş görmemektir.”
Genellikle 10–12 saat olan, fakat yoğun sipariş dönemlerinde 18–20 saate kadar çıkabilen çalışma sürelerinin yaygın bir uygulama haline geldiği Güneydoğu’daki tekstil fabrikalarında da benzer bir hava ve gün ışığı soygunu söz konusu. Bir kadın işçi yaşadığı koşulları “Sabah 8’de başladık, gece 4’e kadar çalıştık” diye anlatır. Gün ışığından yoksundur.
Büyük bir kozmetik zincirinde çalışan bir kadın gün ışığında bir sigara molası için bile mağaza müdürünün insafına kaldıklarından bahseder. “Kutu kadar mağaza, ne cam var ne pencere.”
İşçiler, mahkûmlardan bile daha az güneş ışığı görüyor
Molalarını bile kapalı alanlarda geçirmek zorunda kalan çoğu işçi, BM Mandela Kuralları uyarınca her gün en az bir saat güneş ışığı almaları garanti edilen mahkumlardan bile daha az güneş ışığı alır. Mahkumların güneşten mahrum olmaları bir ceza, işçilerin güneşi onlardan bile az görmesi ise neoliberalizmin ‘performansa dayalı ahlak sisteminde’ işçinin ‘özgür iradesi’ gibi görünür.
Çalışanların AVM’ye dair deneyimlerini toparlarsak… Pencere yoktur. Spot ışıkları hep açık, hep parlaktır. Havalandırmalar yetersizdir. Kötü kokuları gidermek için ‘iyi kokulara’ başvurulur. Hepsi birden baş ağrısı yapar, migreni tetikler. Uzun saatler ayakta durulur. Sandalye olmasına rağmen oturmak, bir yere yaslanmak yasaktır. Zaten sürekli kameralar altındalardır. Çoğu varis, migren ve görme bozukluklarından muzdariptir.
19. yüzyıl işçi sınıfı, pencerelerine çakılan tahtalarla kör edilmişti. Modern zamanların ‘ışıksız ve havasız’ları böylelikle AVM’lerin aşırı aydınlığında kör edilir!
Birimiz bile ‘karanlıktaysak’...
O karanlıktaki işçi sınıfından yayılan tifüs, verem, sıtma ve boğmaca mikrobu üst sınıflar için bir tehditti. Sonunda ‘sınıf atlayıp’, pencereleri açtırmayı başardı.
Bugün o ‘mikrobun’ adı nedir? Yanıt vermek zor. Ama birimiz bile ‘karanlıktaysak’, daha açılacak bir pencere var demektir!
Kaynaklar
[1]Mahmut Makal, Bizim Köy, Literatür Yayınevi, İstanbul, 2008.
[2]Shirin Hirsch and Andrew Smith, ‘A view through a window: Social relations, material objects and locality’, The Sociological Review 2018, Vol. 66(1) 224–240.
[3]Andrew E. Glantz, ‘A Tax on Light and Air: Impact of the Window Duty on Tax Administration and Architecture, 1696-1851’, Pen History Review, Volume 15, Spring 2008.
[4]Necmi Erdoğan (Ed.), Yoksulluk halleri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2007.
[5]Hirsch and Smith, “A View through a Window”, s.230-31.