Fındık bahçelerinin altındaki görünmeyen emek: Zonguldak'ın kaçak madenlerinde kadınlar (Hazırlayan: Özkan Öztaş)

Zonguldak'ın dik yamaçlarında, fındık bahçelerinin altına gizlenmiş kaçak ocaklarda yasaların "yok" saydığı bir hayat akıyor. Yoksulluğun zorlamasıyla yerin metrelerce altında kazma sallayan kadınların hikayesi, "zengin olan madene mi girer" sorusunda düğümleniyor. Resmi kayıtlarda olmayan, literatürde görünmeyen ama "kırmızı dodge" kamyonların taşıdığı o kömürde alın teri kurumayan kadın madencilerle konuştuk.

Önce bir patlama sesi duyuluyor, ardından ayaklarınızın altındaki toprakta hafif bir sarsıntı.

Bölgeye yabancı olanın irkildiği bu an, buradakiler için hayatın sıradan bir parçası. Ne yüzlerde bir korku beliriyor ne de sohbet kesiliyor. Kuşlar bile alışkın; uçmuyorlar. Kaçak madenlerin girişine zincirlenmiş köpekler de havlamıyor artık. Herkes, her şeye, yerin altından gelen o sese de aşina.

"Yine bir kaçak maden patlattılar" diyor madencilerden biri, tepkisizce. "Polis dolaşıyordu sağı solu, ihbar almışlardır." Sonra ekliyor:

"Hepsi göstermelik işler. Onlarca kaçak maden var. Ara sıra bir iki tanesini patlatıyorlar böyle, iş yaptı desinler işte."

Madende çalışan kadınların izini sürmek için geldiğimiz yer, Zonguldak'ın Kilimli tarafına doğru, dağlık ve engebeli bir arazi. Bana sahayı gezdiren Engin Odabaş, parmaklarıyla geniş araziyi ve dağları işaret ederek "İşte buralar" diyor. Dışarıdan bakıldığında yemyeşil bir doğa parçası gibi görünen bu yerlerin sırrını anlatıyor: "Her fındık bahçesi bir kaçak maden sahası aslında. Azıcık kazınca fışkırıyor mübarek."

Kaçak madenlerin girişleri birbirine benzeyen küçük deliklerden oluşuyor. Derme çatma yapılan köprülerin üzerinden tonlarca kömür geçiyor.

Engin Hanım Zonguldaklı. Yolları, kadın madenciler üzerine yaptığı akademik araştırmayla kesişmiş bu sahayla. Ancak mesele onun için akademik bir ilgiden çok daha fazlası. Babası, kardeşi, yakınları, komşuları; tanıdığı çoğu kişi maden ocağında son nefesini vermiş. Madenler onun için bir geçim kaynağından öte, çocukluk hatıraları ve gelecek hayalleriyle yoğrulmuş bir kavga konusu.

"Kimse bilmiyor madende çalışan kadınları. Ama burada bilmeyen yok" diyor Engin Hanım ve ailesinin hikayesini anlatıyor:

"Benim babam bu madenlerde can verdi. 'Aman hanım, Azrail beni nerede bulacak yerin metrelerce altında' der, gülerdi anneme. Ama Azrail bu, mekan hesabı yapmıyor. Babamı bulamayacağı yerde yokladı ölüm. Kız kardeşimi de bu madenlerde kaybettim. Tüm kardeşlerimizle bu madenlerden çıkardığımız kömürle geçirdik kışı, harçlığımız bu kömürden çıktı."

Kendisinin madene girmesini ise annesi engellemiş. "Ben çocukken zatürre olmuştum. Verem olmayayım diye madene sokmadı annem. Ama annem de madende çalışırdı" diyor. Bölgedeki ekonomik mecburiyeti ise şu sözlerle özetliyor:

"Ev ekonomisine katkı olması için madende çalışmayan kadın yoktu. Hemen hemen her aileden bir kadın madene girmiştir. Öyle sadece kocasına yemek götürmek için falan değil; bağ atar, taş kırar, onlarca kiloluk ağırlıkları taşırlar."

Madenden çıkarılan kömürler yine derme çatma yapılan bu tür yükseltilerden kamyonetlerin kasalarına boşaltılıyor.

'2 ton kömür çıkarsan eve biraz ekmek girer'
Dünya edebiyatında madenci kadın imgesi, Emile Zola'nın ölümsüz eseri Germinal'den aşinadır hafızalara. Catherine Maheu, annesi Maheude, La Levaque veya grevin ön saflarındaki La Pierronne... Ancak hikaye bu topraklara ayak bastığında biçim de değişiyor, ahkam da.

Türkiye'de kömür madenciliğinin devlet eliyle profesyonel işletmelere dönüşmesi Avrupa'ya kıyasla daha geç bir tarihe tekabül ediyor. Bu gecikme, Cumhuriyet devriminin işçi haklarını koruyan yasalarıyla buluşunca ortaya farklı bir tablo çıkmış. Türkiye, 9 Haziran 1937 tarih ve 3229 sayılı kanun ile kabul edilen ILO'nun 45 sayılı "Yeraltı İşleri Sözleşmesi" gereğince madende çocukların ve kadınların çalışmasını yasaklamış.

Bu yasal düzenleme, kadın madencilerin resmi kayıtlarda ve Türk edebiyatında görünmez olmasına neden olmuş. Ancak hayat, yasa dinlememiş. Kadınlar, yasal işletmelerde olmasa da kaçak madenlerde, ruhsatsız ocaklarda ve kimsenin görmediği o küçük fındık bahçelerinin altında bağ atmış, kömür çıkarmış.

Kadın madenciler maden içinde fotoğraf vermek istemiyor. Yerel basında, Zonguldak Pusula Gazetesi'nde 12 yıl önce yayınlanan bu haber görseli bunun istisnalarından biri.

Zonguldak Üniversitesi'nde yüksek lisans öğrencisi olan Engin Odabaş'ın ailesi de şehrin yarısı gibi Trabzon'dan göçmüş buralara. Sebep, herkesinkiyle aynı: Ekmek parası. Kardeşini ve babasını kaçak madenlerde yitiren, annesinin madenci emeğiyle büyüyen Engin Hanım için bu konu, kabuk bağlamış bir yara gibi. Baktıkça hatırlıyor, hatırladıkça sızlıyor.

"Onlarca kadınla mülakat yaptım. Hayalim bu tezi tamamlamak, bu hayata dair bir ödev gibi" diyor. Bir yandan da kendi mücadelesini veriyor: "Sağ olsun hocalar da destek oluyor ama zor bir yandan. Çoluk çocuk, ev işleri, hayat telaşesi derken onca zaman sonra tekrar sınıfa ve sıralara dönmek kolay değil benim için."

Görüştüğü onlarca kadının derdi de muradı da ortak. Hepsi aynı cümleyi kuruyor: "İki ton kömür çıksa, eve ekmek parası olur."

Engin Odabaş. Kendisi yüksek lisans tezinde Zonguldak'ta kaçak madenlerde çalışan kadınları araştırıyor. Bu güne kadar onlarca kadın madenciyle mülakat yapan Engin Hanım'ın kız kardeşleri ve annesi de madende çalışmış.

'Yoksul madene mi girer?'
Kaçak maden ocaklarına yaklaştığımızda bana eşlik eden rehber gülümsüyor. Çevreyi işaret ederek, "Sen şimdi burada hiçbir şey göremiyorsun değil mi?" diye soruyor. "Ama şu çalıların, ağaçların ardı hep maden. Bizi gördüler, çalıların arasına saklandılar."

Kaçak madenler, genellikle insanların kendi bahçelerinde kazdığı, 10-20 metre derinlikte kömüre ulaşılan ilkel işletmeler. Çıkan kömür taştan ayıklanıp büyük firmalara satılıyor. Aile işletmesi olduğu için dışarıdan işçi alınmıyor; nüfus ne kadar kalabalıksa üretim o kadar artıyor. Hal böyle olunca çoluk çocuk, kadın erkek hep birlikte giriliyor yerin altına.

Rehberim boşluğa doğru bağırıyor: "Heyyy. Benim ben, yabancı değil! Yanımdaki öğrenci."

Saklandıkları yerden çıkıyorlar. Fotoğraf makinesini görünce bir tedirginlik başlıyor. "Aman çekme fotoğrafımızı" diyorlar. İçlerinden biri, "Çek lan bir tane. Bize yolla ama koyma başka yere" diyerek gerginliği yumuşatıyor. Yan yana geçip poz veriyorlar ama kadınlar konuşmaya yanaşmıyor. "İşimizden, ekmeğimizden oluruz" korkusu hakim.

Kaçak madenler arazileri dağlık alanlarda ağaçların gizlediği yerlerde. Arazide görünen bu siyah taşlar ve kırık odunlar daha önce çalışılmış bir maden sahasını gösteriyor

Konuşmaya cesaret edenler ise artık madene inmeyenler. "Yaşımız geçti, hem girsem şimdi nefes alamam" diyenler anlatıyor geçmişi.

"Kimler giriyor madene?" diye soruyorum Gülen Hanım'a. Gülen Hanım, Engin Hanım'ın kardeşi. O da ailesiyle birlikte madenin tozunu yutmuş.

"İlk 16 yaşımda çalışmaya başladım babamla" diye başlıyor anlatmaya.

"O zamanlar teknoloji de iyi değildi. Madeni su basar, kovayla boşaltırsın. Dışarıya kömürü seleyle çıkarırsın. Şu gördüğün sis tumbalarında (atık yığınları) herkesin emeği vardır. Öyle sadece taşıma değil ha; bağ da atardım, kömür de kırardım. Hilti falan da yoktu, çekiç ile murç ile girerdik madene."

Lastik sepetlerle taşıdıkları kömür için zamanla kavak ağacından tekneler yapmışlar. "Kavak, lastikten hafifti" diyor. Babası Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) çalışanıymış ama emekli olduktan sonra evin bahçesindeki fındık ağacının altında bir yer kazmışlar. "Madenciliği orada öğrendim ben" diyor Gülen Hanım.

Babası ona da bir yer göstermiş zamanla. "Artık öğrendin, sen de kaz kendi kömürünü çıkar" demiş. Şansı yaver gitmiş: "10 metre sonra kömüre denk geldim. Normalde hemen denk gelmez, başka yerlerde 8 ay taş ayıkladığımızı bilirim."

O ocaktan çıkardığı kömürü satarak ilk hayalini gerçekleştirmiş. "Hayalimdi, kendim kazandığım parayla ehliyet almaktı. O zamanlar 22 liraydı; 2 lirası kart, 20 lirası ehliyet masrafıydı."

Gülen Hanım gençliğinde madende çalışan kadınlardan. Engin Hanım'ın da kardeşi olan Gülen Hanım kadın madencilerin köylerde hemen hemen her evin bahçesinde kazılan kaçak madenlerde çalıştığını ifade ediyor.

Gülen Hanım'ın yüzü güleç ama bakışları sert. Madende çalışmış, yük taşımış bir kadının dirayeti var üzerinde. "Kim yapar bu işi?" sorusuna acı bir gülümsemeyle karşılık veriyor, sigarasını küllükte ezerken:

"Parası olan kaçak madene mi girer Allah aşkına? Kim girerse yoksulluktan, yokluktan... Ben koca bir ailenin yarım paket margarini, 9 ekmekle yediğini bilirim. Ne diyorsun sen? Yoksa kim girer o madene soğukta, ayazda, kan ter içinde?"

Maddi durumu iyi olmayan hemen hemen herkesin, hiç olmazsa kışlık yakacağını çıkarmak için evinin önünü kazdığı bir düzen bu.

'Çöktü maden, hâlâ o ses kulaklarımda'
Zonguldak Kilimli'de üç yol ağzında bir eve konuk oluyoruz. Evin sahibi Ayşe Teyze, "Valla bekledim sizi de gelmediniz, çay demleyecektim iyi ki demlememişim bayatlarmış" diyerek karşılıyor bizi.

71 yaşında. Gözleri boncuk boncuk, masmavi. Sırtını verdiği manzarada TTK'nın yığdığı simsiyah sis tumbaları yükseliyor ama Ayşe Teyze'nin bahçesi yemyeşil.

Sohbet, "Şimdi siz bu soruları neden soruyorsunuz?" merakıyla başlıyor. Engin Hanım, "Teyze, Ankara'da kimse bilmiyormuş madenlerde kadınların çalıştığını" deyince şaşırarak gülüyor Ayşe Teyze: "Burada bilmeyen yoktur halbuki. Tüm köylerde çoluk çocuk giriyor."

Ayşe Teyze madene ilk kez 12-13 yaşlarında girdiğini söylüyor. Çocukken de çalıştık, gençken de, evliyken de diye anlatıyor.

Evlenmeden önce başka bir köyde yaşıyormuş. "16 yaşında evlendim ama madene 12-13 yaşımda girdim" diyor.

"Hemen hemen her evden madene giren olurdu. Kadın çocuk aranmaz bu işte. Zaten her maden kendi aile işi. Kömür çıkarıyor, satıp ekmek parası kazanıyordu herkes. Başka çaresi de yok kimsenin, nerede çalışacak? TTK'ya girenlerimiz şanslı, onlar kazanıyor ama giremeyen ne yapacak? Evinin önündeki madeni kazacak. Bekarken de evliyken de, çocukken de yetişkinken de girdik madene, çalıştık."

Gülen Hanım araya giriyor: "Madenden çıkarken o simsiyah yüzünde şu masmavi gözleri görmek istedim valla" deyip Ayşe Teyze ile gülüşüyorlar.

Ayşe Teyze, bazen günde 2 ton, bazen 3 ton; ne çıkarsa çalıştıklarını anlatıyor. Gün, mesai kavramı yok yerin altında. Mesaiyi çıkan kömür belirliyor; kaptan da o, şef de o. Çıkan kömürün, devlet yetkilileri el koymadan hızlıca satılması gerekiyor.

"Zor muydu?" diye soruyorum.

"Zordu" diyor, gözleri dalarak. "Şimdilerde daha rahat, teknoloji gelişti, makineyle falan çekiyorlar kömürü yukarı. Biz çuvalla sırtımızda taşırdık. Ama her işin bir daha kötü yanı var, o olunca haline şükrediyor insan."

Sonra sesinin tonu değişiyor, o "daha kötü" anı anlatıyor:

"Bir gün attığımız bağlar çöktü. 'Yağlı taş' deriz, bağ atacakken o kaymış. Madenin içinde bir gümbürtü koptu. Eyvah dedim, oğlumla beyim kaldı madenin altında."

Kısa bir sessizlik oluyor odada. "Gözlerimi açtım, bir baktım bana doğru geliyorlar. Kurtulmuşlar. Biliyor musun, hala o ses kulaklarımda. Hala bazen içim titrer o anı düşününce."

Sol.Org