A’dan Z’ye Memleket: Emek- Emekçi- Emekli - Acun Karadağ

Bir şeye bedenen ya da düşünsel olarak harcanan güce emek denir. Bu en bilinen tanım bize, harcanan şey için beden ya da kafa gücünden bahsediyor. Harcanan paradan bahsetmiyor. Öyleyse emek dediğimizde aklıma parası olmayanların harcadığı şey geliyor. Hani Anadolu’da derler ya kiminin parası kiminin duası. Demek ki dua da parası olmayanların bir şeyi, tıpkı emek gibi…

Yazıya böyle girmemin elbet bir amacı var. Emeğin iktidara, para gücüne, zenginlere değil halka ait bir değer olduğuna dikkatinizi çekmek istiyorum. Hoş, Kapitalist sistem kafamızı karıştırmak için elinden geleni yapar bu konuda ama bilinçli insan bunları yemez!

Mesela der ki zengin ”ben de fabrikalarımı işletirken emek veriyorum.” Kuşkusuz bu da emektir ancak bizim burada bahsettiğimiz şey “emek gücü” aslında. Sade bir örnekle emek gücünün emekten farkını kavrayabiliriz. Örneğin babasından mirasla sermaye sahibi olan biri, o sermaye ile bir iş kurmak için araçlar satın alır. Bu satın aldığı şeyler üretim araçlarıdır. Örneğin araba üretecekse bununla ilgili her türlü malzeme… Ancak meta satın alırken aynı zamanda çalışan da satın alacaktır aynı sermaye ile. Çalışanın yani işçinin kendisi değildir satın aldığı, emeği yani iş gücüdür.

Ürettiği tüm malın üreticisi bu işçilerin iş gücü iken, sattığı üründen kazandığı karı işçi ile paylaşmayacak, bu karla sermayesini artıracak ve başka işler kuracak, o işlerde de yine üretimde işçi çalıştıracak, yine karını işçi ile paylaşmayacak sermayesini artıracaktır. İşçiden kazandığı ama işçi ile paylaşmadığı o kar’a “artı değer” diyoruz. Çok basit bir mantıkla işçiden çaldığı artı değerle zenginleşen ama işçinin emek gücünü satmasına rağmen yoksul kaldığı sisteme, kısaca Kapitalizm diyoruz.

Buraya kadar anlaşıldıysam artık Kapitalist sermayedarların “pazar” alanı haline getirilen memleketimizde emeği, emekçiyi ve emekliyi konuşabiliriz.

Sistemden bağımsız değil memleket.
Yazı başlığı olarak “memleket” tabirini kullanıyorsun ama dünyayı da anlatıyorsun diye düşünenleriniz vardır. Ona da bir açıklık getireyim; Ülkemiz ve de başka ülkelerin siyasetleri dünya siyasetinden bağımsız değil. Yani burada bir şey oluyorsa dünyanın farklı ülkelerinde de benzer işler oluyordur. Bu nedenle dünyadaki politikaları belirleyen belirli güç ilişkilerini anlatmadan memleketi anlatmak/anlamak mümkün değil. Kapitalist sistemin emeğe, emekçiye, emekliye bakışını anlatmadan da memleketin emeğe, emekçiye, emekliye bakışını anlatamayız/anlayamayız. Çünkü Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da belirttiği gibi; “Burjuvazi, dünya pazarını sömürerek, her ülkedeki üretim ve tüketime kozmopolit bir karakter kazandırmıştır… Kendi imajına göre bir dünya yaratır.”

Ülkemizdeki emek ve emekçilerle ilgili haberler için şuraya bir link bırakayım, siz haberleri oradan okuyun.

Zira ben yıllardır takip ederim. Direnen işçiler için Umut-Sen adresini, işçi hakları ve işçilerin başlarına gelen olayları takip etmek için de İSİG Meclisi adresini…

Emeğe Saygı
Babam çocukluğumda yerde gördüğümüz ekmek parçasını bir sokak hayvanına vermeyi, evde ekmek ziyan etmemeyi, tabağımıza konulanın dibini sıyırmayı idealist bir kafa ile öğretmiyordu bize. Bilakis materyalist bir düşünce ile emeğe saygıyı öğretirdi. O, TMO müdürüydü. Köylü ile iç içe çalışırdı. Aynı zamanda bir köylü çocuğuydu. O, buğdayın hangi emekle üretildiğini ve soframıza nasıl getirildiğini iyi bilirdi. Bu nedenle ekmeğe saygı emeğe saygıydı. Evet kutsaldı. Ama ekmek değil emek kutsaldı…

Bu ülkede işçi olmak zordur. Emeği ile kazanmak zordur. Çünkü biz emekçilerin babamızdan kalan sermayesi yoktur. Aslında bizim satacak emek gücümüzden başka bir varlığımız da yoktur. Aslında emeğimizi satarak geçindiğimizden, sermayenin satın aldığı bir metaya dönüştürülmemiz de mümkün olur. Bu nedenle bizim Kapitalistlerin hayatımıza vurduğu “zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz de yoktur.”

Mahalle yanarken saçını tarayanlar;
Tokat’ın Erbaa ilçesinde zabıta tarafından tezgahı elinden alınan yoksulun kendini yaktığı bu ülkede Çarşamba günü AKP grubu TBMM bahçesinde mangal partisi yaptı. Yoksulun ekmek tezgahı gidince yaktığı bedeninden yayılan yanık kokusu ile meclisin bahçesinden yükselen kebap kokusu birbirine karıştı. Kendini yakan emekçiden haberleri yok muydu? Vardı, mutlaka vardı. Filistin’de ölen çocuklardan haberleri yok muydu? Vardı.

Bu olaydan bir gün önce de Kocaeli’nin Körfez ilçesinde çalıştığı işyerinde sobayı yakmak için döktüğü tinerin alev alması sonucu ağır yaralanan 15 yaşındaki çocuk işçi Ömer Girgin, tedavi gördüğü hastanede 11 gün sonra vefat etti haberi var Artı Gerçek sayfasında. Çocuktan işçi mi olur, çocukların yandığı yerde o ulusun vekilleri mangal mı yakar?

Duyarlıyız evet…
Sorulacak çok soru var. Ama bilemiyorum, bu soruları onlara mı sorsam etkili olur sizlere mi… Onların yüzleri kayış misali sorduğunuz etki etmiyor. Onların yüzleri biraz kaygan, tükürük tutmuyor. Aslında onların bir yüzü var mı onu da merak ediyorum. Ama benim okuyucularım organik okuyucu bunu biliyorum. Sanal değil gerçek kişiler ve büyük ihtimal beni okuduklarına göre de bu işlere duyarlılar. Duyarlı olmak da ayrı bir konu… Duyuyorum, hissediyorum, üzülüyorum, kahroluyorum, depresyona bile giriyorum ama ne yapacağımı bilemiyorum da var bu duyarlı olmanın içinde…

Urfa’da ÖzAk Tekstil İşçileri hakları için direniyorlar günlerdir. Jandarma saldırıyor onlar direniyor. Gözaltına alınıyorlar, geri gelip yine direniyorlar. Bu hal bir yerlerden tanıdık geliyor bana… Hayran oluyorum izlerken.

Bu ülkede emek sömürüsü yeni değil. Bin yıllardır sürüyor. Halk bilinçlendikçe, hakkını aradıkça sertleşiyor patron tayfası. Bunu da biliyoruz. Ama onların sertleşmesi iyi bir şeydir. Bu bizlerle baş etmekte zorlandıklarını gösterir. Sertleşmeden kaçınca ipin ucunu ele geçirmekten de uzaklaşmış oluruz. Bu nedenle mücadelede ısrar ve inat mühim…

Bir emekçinin değeri ne ile ölçülür?
Kimi yerde Feurbach’ın, çoğu yerde de Karl Marks’ın söylediği dile getirilse de söz şahane; “Sarayda yaşayan başka, kulübede yaşayan başka düşünür.” Biz emekçiye başka bakarız, sarayda yaşayan ve ona hizmet edenler başka… Emekçinin değeri patrona göre ona para kazandırdığı kadar, para kazandırdığı sürece nispeten vardır. Emekli olduktan sonra gözünde ürettiği mal kadar değeri yoktur.

Kolunu kaybeder, bacağını kaybeder, parmağı kopar, aklı vereceği tazminattadır, işçinin acısında değil… İşine gelmezse kolayca işten atar, tazminatsız atarsa harikuladedir patron için. İşçinin ailesi, çocukları, açlığı, psikolojisi zerre umurunda değildir.

İstanbul Fatih’te Somali Cumhurbaşkanı’nın oğlu Muhammet Hasan Şeyh Mahmut’un aracıyla çarparak ölümüne neden olduğu motosikletli kurye Yunus Emre Göçer’in eşi Öznur Göçer açıklama yaparak “Görüntüler ortaya çıkana kadar polis bize eşimin intihar ettiğini söyledi” dedi.

Somali Cumhurbaşkanı’nın oğlundan sana ne? Neden bir katili koruyorsun da daha görüntüleri görmeden “intihar etti” açıklamasında bulunuyorsun? Neden işçinin-emekçinin yanında değilsin de tanımadığın bir katilin yanındasın? Çünkü saraya hizmet eden de saraydaki gibi düşünür…

Peki, ezilen emekçi, ezildiğinin farkında değilse… Ya emekli olup bir kenara atıldığında farkına varacaksa kendisinin de üç kuruş emekli maaşıyla geçinmek zorunda kalacağının…

Ev işçisi kadınlar
Değeri sermaye sınıfı tarafından ne iyi ne kötü biçilemeyen emekçiler var bir de… Ev kadını diye bir şey uydurmuşlar. Çalışmadığını düşündürtüyorlar bize. Koca parası yiyor bunlar. Bedava yaşıyorlar. Boşandıkları zaman da nafaka alıyorlar eski kocalarından. Bedavacılar, kaşık düşmanları… Öyle mi? Öyle değil valla.

Bakımevleri açmak masrafından kaçan devlet yaşlıyı evde kayıtsız çalışan “geline” baktırıyor. Kreş açmak zorunda olan devlet çocuğu evde kayıtsız çalışan “anneye” baktırıyor. İşin kolayını bulmuş yani…

Bir de ev işçisi olarak emek gücünü satan ama kayıtlarda var olmayan işçiler var. “Hiçbir gerekçe gösterilmeden işlerini kaybeden, tedavi masraflarını kendileri karşılamak zorunda kalan, hırsızlıkla suçlanan, güvencesiz çalıştırılan ev işçisi kadınlar…” Onları da sevgili Esra Çiftçi görmüş.

Bana kalırsa emekçiler olarak değerimiz önce insan olduğumuzdan, sonra dünyayı ayakta tutanlar olduğumuzdan, insanlığı giydiren, yediren, içiren, doyuran, ısıtan, temizleyen, mutlu eden, güzelleştirenler olduğumuzdan geliyor. Patronların bize biçtiği fiyattan değil…

Emek(Lee)
Çalıştın, emeğini sattın, emekli oldun ama başını sokacak bir ev bile alamıyor musun? Korkma, yalnız değilsin! Burası Türkiye! Yazının başlığını Emek(li) diye düşünmüş ve emeklileri anlatayım demiştim. Reportare’den Tamer Durak arkadaş “hocam o emekliyi Emek(Lee) yap bence” dedi. “Çünkü” dedi “bu ülkede emeklinin enflasyon ve yoksullukla baş edebilmesi için Bruce Lee gibi dövüş yeteneklerine sahip olması gerek…” Güldük ama acı acı güldük. Evet, “gülmek devrimci bir eylemdi” ama neye ve kime güleceğimizi de biliyorduk.

İktidar için ve dolayısı ile sermayedar için emekli bir yüktür. Artık üretemez, para kazandıramaz, sağlık sorunları artmıştır devlet hastanelerine külfettir. Bir an önce ölüp giderse iyi olur… Elin emeklisi dünyayı gezer, bizim emeklimiz “65 yaş kartı” ile Ulus’a giderse laf olur, emekli hemen “bedavacı” olur. İktidar kendi bakış açısını maalesef seçmenine de enjekte edebilmiştir. Öyle demiştik di mi? Saraydaki başka, kulübedeki başka düşünürdü…

Sarayın kapısındaki de saray gibi düşünüyor. Emekli haberleri yazdığınızda yandaş medyanın tamamı karşınıza aldatmacalı bir yığın haberle çıkıyor; “Emekliye zam ne kadar, efendim emeklilere bayram müjdesi” filan… Bu medyamsıların birinde bile pazardan çürük sebze toplayan, yırtık pabucuyla dolaşan, inşaatta amelelik yaparken kalp krizinden ölmüş bir amcanın, mağdur bir emeklinin haberini göremezsiniz.

Bizler, muhalifler, Sosyalistler emeğe, emekçiye nasıl bakıyoruz?
Burada da maalesef bir ayrım yapmak zorunda kalıyorum. İşin içinde olan, elini taşın altına koyan da var, “mış” gibi yapan da… Geçmişin devasa sendikaları havlu atmış, “mış” gibi yaparken bunlardan bağımsız, özgür iradeleriyle kurulmuş, işçilerin öz örgütlülükleri haline gelmiş bazı sendikalar emek mücadelesinde tarih yazıyorlar. Coşkuyla takip ediyorum.

Veeee genel yayın yönetmenimden “kitap yazsaydın Acun” eleştirisi gelmeden yazımı sonlandırayım!

Tabii ki Yüksel’de birlikte direndiğimiz canım Perihan abla (Perihan Pulat) ile gözaltı arabasında çokça söylediğimiz; Grup Yorum’un düzenlediği ve yeniden bestelediği Avusturya İşçi Marşı’nı da buraya koymazsak eksik olurdu. Zira bu ülkede emeğin bir Burjuva tarafı varsa bir de Proleterya tarafı var…

Avusturya İşçi Marşı

Hayat denilen kavgaya girdik
Çelik adımlarla yürüyoruz
Biz bu karanlık yolun sonunda
Doğacak güneşi görüyoruz

Dağları aşıyor bak yakınlaşıyor
Kızıl yıldıza hep koşun
Bu bir rüya değil bu bir hülya değil
Yıldızıdır kurtuluşun

Kara deryalarda bir fenersin
Senin ışığınla yürüyoruz
Biz bu karanlık yolun sonunda
Doğacak güneşi görüyoruz

Fabrikalarda biz tarlalarda biziz
Biziz hayatı yaratan
Din farkı bilmeyiz dil farkı bilmeyiz
Sanki doğduk bir anadan

Anamız amele sınıfıdır
Yurdumuz bütün cihandır bizim
Hazırlandık son kanlı kavgaya
Başta bayrağımız Sosyalizm

Bayrağını yükselt daha daha yükselt
Yükselt bayrağı yukarı
Bugüne vuralım yarını kuralım
Kaldıralım sınıfları
Kaldıralım sınıfları
Kaldıralım sınıfları…

Reportare