İŞ ve ACI: Christophe Dejours ve Marie Pezé -Ayşe Güren

Christophe Dejours’un, Fransa’da Acı / Toplumsal Adaletsizliğin Sıradanlaşması (Souffrance en France / La banalisation de l’injustice social, 1998, Edition du Seuil) isimli kitabı yeniden gündemde. Kitap, 2009’da, ilk basımından on bir yıl sonra, önsöz ve sonsöz eklenmiş olarak yeniden basıldı ve yazarı, çalışma hayatının açtığı yaraların anlaşılmasında aranan bir isim haline geldi. Psikiyatr ve psikanalist olan Dejours, görev yaptığı üniversitede iş ve eylem psikolojisi laboratuvarının da başkanı. Yani yıllardır, çalışma hayatının içinden topladığı verileri değerlendirmeye çalışıyor. Peki, nedir bu kitabı ve kitabın yazarını yeniden gündeme getiren? Kendi ülkesi Fransa’da ve pek çok Avrupa ülkesinde daha önce çok az sayıda görülen ve çalışma hayatıyla ilişkilendirilemeyen ama son yıllarda neredeyse salgın halinde yaşanan işyeri intiharlardaki olağanüstü artış. Dejours’un on bir yıl önce yazdığı kitapta enikonu incelediği ve bir teorik çerçeveye oturtmaya çalıştığı çalışma ilişkilerindeki köklü değişiklik, daha o zamandan Rénault, Peugot, EDF (Elektrik Kurumu) ve France Télécom’da birbiri ardına yaşanacak intiharları haber veriyordu çünkü. Bu olumsuz gelişme, Dejours’un 2009 yılında “İntihar ve İş, Ne yapmalı?” (Suicide et Travail, Que Faire?, 2009, Presse Universitaires de France) adlı kitabı yazmasına neden oldu. Dejours, bu kitapla intiharlar karşısındaki sessizlik zincirini kırmayı amaçlıyor ve uzmanlara (psikolog, psikiyatr, işyeri hekimi, aile hekimi, sosyal hizmet görevlisi vb…) alınacak önlemlerle ilgili önerilerde bulunuyordu. 

İşyeri intiharları yeni bir olgu, diyor Dejours. İntiharlar, önce, tarım sektöründe, özel yaşam ve çalışma alanı iç içe geçmiş, çalışma koşulları çok ağır olan, yalnızlık ve yalıtılmışlığa maruz kalan tarım işçileri arasında başlamış; oradan, her an borç ve fakirleşme tehdidi altında olan küçük tarım işletmecilerine sıçramıştı. Bugün ise, araba fabrikalarında, telefon, elektrik şirketlerinde, hastanelerde, postanelerde, işsizlik kurumunda, bankalarda, okullarda, şantiyelerde ve hatta polis teşkilatında bile görülüyor. Aşağı Normandiya’da işyeri hekimlerinin yaptığı bir araştırmaya göre Fransa’da yılda 300-400 kişinin yani günde bir çalışanın, çalışma koşulları yüzünden intihar ettiği belirtiliyor (İşin Katli belgeseli-La mise à mort du travail, Jean-Robert Viallet, 2009). 

İntihar, İntihar Edeni İlgilendirir

Bugün kurbanlar, arkalarında işletmeyi suçlayan bir mektup bırakarak, işyerlerinde intihara teşebbüs ediyor ya da intiharı gerçekleştiriyorlar. İşletmeler, intihar edenin duygusal zaaflarını ya da özel hayatındaki açmazları öne sürüp imajlarını kurtarmaya, sorumluluktan kaçmaya çalışıyorlar. Oysa araştırmalar, intihar edenlerin çoğunun, iş organizasyonu değişikliğine ya da duygusal tacize (psikolojik teröre, yıldırmaya, bezdirmeye) maruz kalana kadar normal hayatlar sürdürdüklerini gösteriyor. Pek çoğu, evli, çoluk çocuk sahibi, arkadaşları ve aileleri tarafından sevilen, işini çok seven ve işine kendini adayan, öncesinde hiçbir ağır psikolojik rahatsızlık yaşamayan kişiler. Fransa’da duygusal taciz hakkında çıkarılan yasa (17 Ocak 2002) işyeri yönetimlerini intiharlardan bir parça sorumlu tutsa da işyeri organizasyonunun ya da bezdirme politikalarının yaşanan acıda önemli bir rol oynadığının kanıtlanması pek kolay olmuyor; çünkü işletmeler, “izleri temizleme” (Dejours, Fransa’da Acı) yöntemiyle suçu örtbas ediyor. 

Bilim insanları çalışma acısının kaynaklarına dair birkaç noktada birleşiyor: 90’lardan sonra neoliberal ekonominin iyice oturması; bireysel performans değerlendirmesine geçilmesi; toplam kalite anlayışından dolayı çalışanların hem aşırı çalışmaya hem de yalana, hileye başvurmaya zorlanmaları; işletmecilik kriterlerinin, işin kendi kriterlerine tercih edilmesi (İntihar ve İş, Ne Yapmalı? Dejours, s. 51); sendikaların etkinliğini yitirmesi; işletme yönetimlerinin, çalışanlara karşı bir yıldırma ve korkutma aracı olarak işsizliği kullanması; çalışanların yalnız, çaresiz bırakılması, işyerlerinde dayanışmanın, dostluğun işletme politikalarıyla yok edilmesi vb. Eksik araç gereç ya da eksik istihdam, aşırı iş yükü, aşağılama, hırpalama gibi “insan kaynakları politikaları”, çalışanları intihara sürüklemese bile mavi yakalılardan üst düzey yöneticilere kadar iş psikologlarının koridorlarının “işlerinden hasta” insanlarla tıka basa dolmasına sebep oluyor. Kimisinin birkaç ay içinde tüm saçları dökülmüş, kimisinin kolu, kimisinin beli tutmuyor, kimisi intiharın eşiğinden dönmüş, kimisi durmadan ağlıyor, kimisi konuşamıyor. Giderek artan kas ve iskelet sistemi hastalıklarından (çalışanların 1/8′inde) mustarip, morfin ve benzeri ağrı kesiciler ya da strese katlanabilmek için psikolojik yatıştırıcılar kullanan bir çalışan kitlesiyle karşı karşıyayız şimdi. Soğuk savaşın yerini alan ekonomik savaşta, işyerleri artık birer savaş meydanı (Dejours ve Vincent de Gaulejac). Önce psikolojik ve fizyolojik rahatsızlıklar; sonra intiharlar. İşte o savaş meydanından görüntüler: hafif yaralılar, ağır yaralılar ve ölüler.

Hepsi ölmedi ama hepsi darbe aldı

Bu yazıda adını sıklıkla anacağım Marie Pezé’nin kitabının adı “Hepsi Ölmedi Ama Hepsi Darbe Aldı. “İş ve Acı” Danışma Günlüğü 1997-2008” (Ils ne mouraient pas tous mais tous étaient frappés. Journal de la consultation “Souffrance et Travail” 1997-2008, Edition Pearson, 2008). Geçen sene, Nanterre Devlet Hastanesi çalışanıyken sudan sebeplerle işten atılan, 1997-2008 arasındaki hasta görüşmelerini kitaplaştıran iş psikoloğu (psikanalist ve psikosomatisyen) Marie Pezé’nin, hikâyelerini anlattığı kişiler, iş acısı çeken çalışanlar. Bugünün işletmelerinin kutsalları “verimlilik”, “kârlılık”, “yüksek performans”; Pezé’nin hastalarında, kronik kas ağrılarına, gözyaşlarına, şaşkınlığa, tedirginliğe ve özgüven kaybına dönüşüyor. Bir de bunlara, işten çıkarılma acısını eklersek…

Pezé, önce, hastasından, işi ve işyeri organizasyonu hakkında bilgi alıyor, yaşam öyküsünü sona bırakıyor. Daha öncesinde hiçbir ağır psikolojik rahatsızlık geçirmemiş, gayet sıradan hayatlardan gelen bu insanları, çalışma koşullarının hasta ettiğinde Marie Pezé ve “İş ve Acı” üzerine araştırma yapan farklı bilim dallarından insanlar hemfikirler. İşin Katli isimli belgeselde, Pezé’nin hastanedeki odası, özelikle ilk bölümün en uğrak mekânlarından biri. Hastası, M. Hanım’ın hikâyesi de orada konu ediliyor. 30 yıl boyunca sakin, sıcak ve dayanışmanın hâkim olduğu bir iş ortamında, bir ruj atölyesinde çalışan M. Hanım’ın hayatı, çalıştığı atölyenin ABD merkezli bir şirkete satılması ve organizasyon şemasının tamamen değiştirilmesiyle alt üst oluyor. 40 arkadaşı işten atılıyor, yerlerine yenilerini alınmıyor, kalanlar da çok ağır koşullarda çalışıyor. Boynu ve kolları ağrıyan M. Hanım da sonunda işinden atılıyor. “İşe başladığında saatte kaç birim mal yapmak zorundaydın?” diye soruyor Pezé, “350” diyor hasta; “Çıkarıldığında?” diye soruyor Pezé, “1200” diyor hasta. “Tamam,” diyor Pezé “sorun budur.” Aşırı ve tek yönlü kullanılan kaslarda kronik ve tedavisi mümkün olmayan yıpranma. Nam-ı diğer “verimlilik.” 

Pezé’nin hastanedeki odasında beyaz yakalı-mavi yakalı ayrımı yok. Tam bir eşitlik içinde, herkes çalışma hayatından dolayı acı çekiyor. “Nörolojik ve psikolojik yaklaşımda sadece iki buçuk çözüm var. ‘Buçuk olan’ çözüm; risk almaya bayılan insanlar bulmak. Tam olarak ise iki çözüm var. Birincisi, insanları korkutmak. Bu size tuhaf gelebilir ama korku, insanları değişmeye zorlar. Bu yaklaşımın sakıncası, yorucu olması; çünkü personelinizin korkusunu sürekli olarak beslemek zorundasınız. Her zaman. Motivasyon biçimi olarak bir çözüm daha var: Ortak bir fikir etrafında insanların büyülenmesini sağlamak. Fikirlerinizi kabul etmeyen çalışanlar için sert ve tek yanıt var: Gitmek zorundalar.” (Age, s.23, Pezé). Pezé’nin hastalarından T. Hanım’ın çalıştığı şirketin, üst düzey yöneticileri için hazırladığı bir kitapçıktan yapıldı bu alıntı. T. Hanım da bir üst düzey yönetici. Telefonla satış yapan ve kendisinin altında çalışan S. Hanım’ı ölümüne duygusal tacize maruz bıraktıktan sonra kendisi de hastalanır. S. Hanım ve T.Hanım, taciz edilen ile taciz eden, bir ay arayla aynı psikoloğun karşısına otururlar. Olayın öyküsü kısaca şöyledir: S. Hanım, hastalık izninden dönmüştür. Masasına yerleşirken, T. Hanım, S. Hanım’ın başına dikilir; artık bu masada oturamayacağını, bir süre orada burada idare etmesi gerektiğini söyler. S. Hanım’ın şaşkınlıktan nutku tutulmuştur. Masasının çekmecelerinde kalemlerini, dosyalarını, kahve fincanını arar. T Hanım, S. Hanım’a, “Hepsini çöpe attım!” der. S. Hanım tepki verecek durumda değildir, ani tansiyon yükselmesinden yere düşer, hastaneye yatırılır ve ölümden güçlükle kurtarılır. 

Pezé’nin de belirttiği gibi, bu işten, bir kurban ve bir cellat bularak sıyrılamayız. Kurban S. Hanım’ın celladı T. Hanım, neden psikolog karşısında o zaman? Elemanının ölümüne yol açma olasılığının şoku, T. Hanım’ın bastırdığı tüm sorunların su yüzüne çıkmasına neden olmuştur. Pezé’nin anlattıklarından, erkeklerden oluşan bir üst düzey yönetici grubunda tek kadın olan T. Hanım’ın da, tıpkı S. Hanım gibi, üstelik içinde cinsel tacizi de barındıran katmerli bir tacize maruz kaldığını öğreniyoruz. Şirketin yönetici el kitapçığından aktardığımız bölüme dayanarak, T. Hanım’ın elemanına neden bu eziyeti yaşattığını anlayabiliriz. Bu tacizler karşısında boyun eğmekten başka çaresi kalmadığını, yaşadığı çelişkilerin ağırlığını, ne istiyorlarsa, harfi harfine yapmayı kabul ederek hafifletmeye çalıştığını, bu bağlamda da elemanına haber vermeden onu yerinden etmekte, eşyalarını çöpe atmakta hiçbir sakınca görmediğini, anlatıyor T. Hanım… Ama bir ölüme neden olma olasılığı durumu bütünüyle değiştiriyor. 

Eril Arsızlık 

Eril arsızlık (cynisme viril), Dejours’un tamlaması. Dejours, kimi meslek gruplarında, erilliğin kışkırtılıp korkuya karşı ortak bir savunma mekanizması olarak kullanıldığını söylüyor. Bu davranış biçimi, özellikle, yöneticiler, askerler, polisler, itfaiyeciler ve inşaat işçileri arasında yaygın. Benliği, kaygılardan ve tehditlerden korumak için savunma mekanizmalarının kullanıldığını biliyoruz. Ama tehdit ve kaygının yanı sıra savunma da süreklilik arz ederse, kişi kendi korkusuna ve acısına karşı duyarsızlaşmaya başlıyor; dolayısıyla, başkalarının acısına, korkusuna karşı da duyarsızlaşıyor. T. Hanım’ın içinde bulunduğu erkek yöneticiler grubunda yaşandığı gibi. “Saldırganlık eril bir değer. Açıkça sergilenen arsızlık, sağlam karakterli ve cesur olmak anlamına geliyor. Gerçek bir yönetici, başarmak için kendisinin ve diğerlerinin korkusunu umursamamayı öğrenmelidir. Bu karakter sağlamlığı, bu toplumsal erillik, formüle edilen şiddeti diğerlerine uygulayabilme kapasitesiyle ölçülüyor, bu şiddet normalleştiriliyor. Çalışma koşulları ne kadar ağırlaşırsa bu tür savunmalar da o kadar şiddetleniyor, ta ki erkeksi davranışlar karikatürleşene kadar…” (Age, s.24, Pezé). Burada erillik bir kod, T. Hanım örneğinde görüldüğü gibi bir kadın da eril olabilir, bunu öğrenebilir, buna zorlanabilir, bunu “başarabilir.” 

Christophe Dejours, katlanılmaz olana neden, nasıl katlanıyoruz, sorusunu sorarak iş acılarına, daha geniş bir açıdan bakmayı yeğliyor Fransa’da Acı, Sosyal Adaletsizliğin Sıradanlaşması (2. Basım 2009, Seuil Yayınları) kitabında. “Bir yandan, hızlılık ve miktar bakımından olağanüstü bir zenginlik yaratan; öte yandan, talihsizliklerin, hastalıkların ve şiddetin eşlik ettiği, 19.yy Avrupası’nın vahşi kapitalizmini ya da 20. yy’in ikinci yarısından beri Amerika megapollerde sergilenen şiddet gösterilerini hatırlatan, ürkütücü bir fakirliğin ve sefaletin ortaya çıkmasına neden olan iş organizasyonunun bu evrimine toplumlarımızın gösterdiği anlayışı nasıl çözümlemek gerekir?... Şunun altını bir kez daha çizelim: Buradaki ana sorun, liberal düzende, büyüyen sosyal adaletsizliğe karşı çağdaşlarımızın, olağanüstü anlayışlı olmasıdır…” (Age, s.II-s.III, Dejours) Dejours, her geçen gün artan işsizlik ve dışlanmaya karşı neden bir toplumsal örgütlenmenin olmadığını soruyor. Çoğu kişinin savunduğu ideolojik seçenek eksikliğinin, bu eylemsizlikteki payını teslim ediyor ama ana sorunu adaletsizlikle acı arasında açılan büyük yarıkta görüyor. Kimse, işsizlik ve dışlanmanın adaletsizlik sorunu olduğunu düşünmüyor, diyor. Tam bir ekonomist söylemle adaletsizlik sorunu, küreselleşme, pazar, uluslararası finans, kriz gibi dışarıdan gelen, sorumlusu bilinmeyen, dolayısıyla hesabı da sorulamayan kadir-i mutlak’a havale ediliyor. “Ben, toplumsal eylemlerin gücünün, bir mutluluk umudundan değil, tahammül sınırlarını aşan acıya ve adaletsizliğe duyulan öfkeden geldiğini düşünüyorum… İdeolojik seçeneğin yokluğuna dönersek, bunu, başkasına çektirilen acı ve uygulanan adaletsizliğe karşı toplumsal eylem eksikliğine göre ikinci sırada düşünmek eğilimindeyim… O halde, burada sorun, adaletsizliğe göz yumma sorununa dönüşüyor” (Age, s. 27, Dejours). Bu göz yummanın kaynaklarına aşağıda değineceğiz. 

Ekonomik savaşın komutanları ve normopati 

Dejours, çalışma hayatında çekilen acının iki ucu olduğunu söylüyor. İşi olup bahsettiğimiz sıkıntılara katlanan kitlenin çektiği acı ile işsiz ve dışlanmış kitlenin çektiği acı. İşsizlik ve dışlanma ne kadar artarsa, iş eziyeti de o kadar artıyor. İşyerlerindeki dilsizlik, korku ve tehditten kaynaklanıyor. Güvencesizleştirme (précarisation) olarak tabir edilen süreçle çalışan, işini kaybetme ve yenisini bulamama korkusuyla ya ortak ya da bireysel savunma mekanizmaları geliştiriyor. Ortak savunma mekanizmalarında erillik öne çıkıyor. İş arkadaşlarına karşı duygusal şiddet uygulayan kişi, acıya karşı duyarsızlaşıyor ve ‘işin gereği’ olarak bu şiddeti bir kere kabul etti mi kurulu düzen kendini devam ettiriyor. Poliste, itfaiyede, inşaat şantiyelerinde, orduda ve ölüm riskinin yüksek olduğu diğer işlerde ya da morg, mezarlık, cenaze işleri işçiliği gibi ürkütücü işlerde çalışanlar arasında “erkeklik jargonunun” yaygın olduğunu görüyoruz. Bu meslek gruplarında cesaretsiz, ürkek, risk almaktan çekinen erkeklerin, kadın gibi olmakla ya da homoseksüellikle suçlanmaları, dalga geçilmeleri, dışlanmaları, sık rastlanan bir durum. Ama aynı erillik dilinin işletmelerin yönetici kadrolarındaki varlığını nasıl açıklamak gerekir? Örneklerden hareketle, yöneticilerin de bir şeylerden ölümüne korktuğunu çıkarabiliriz. Ekonomik savaşın komutanları, subayları da diğerleri gibi savaşı kaybetmekten, onurlarının zedelenmesinden, askerlikten men edilmekten korkuyorlar. Korku, cesaretlerini ve risk alma yeteneklerini sergilemeye, sertleşmeye, başkasına acı çektirmeye, başkasını aşağılamaya zorluyor onları. 

Bireysel savunma mekanizmalarına gelince… Çok çeşitlilik arz etse de bir noktada birleşiyorlar: At gözlüğü. Gözlüğü takıp kafamızı işimize gömüyoruz. Görmüyor, duymuyor, konuşmuyoruz. Kendi korkularımızla boğuştuğumuzdan diğerine yapılan eziyetle ilgilenemiyoruz. 

Üzerinde durulacak başka bir bireysel/zorunlu savunma mekanizması da “hiperaktivite.” Bütün gün, büyük bir hızla iş yapmak, durmamak, sanılanın aksine birçok çalışana iyi geliyor. “Düşünmüyorum böylece,”  diyor çalışanlar, “işe kaptırıp gidiyorum.” 

Bugün yaşadığımız sistemi ve Nazizm’i ayakta tutan korku ve tehdit unsurlarının benzerliği Dejours’u sorgulamaya itiyor. Hıza kaptırıp giden çalışanın “düşünmüyorum” demesi hiç de masum sonuçlar doğurmuyor. Hannah Arendt’in Nazizm’in subaylarından Eichmann’ın İsrail’de yargılanmasını izleyerek tespitlerini aktardığı ve Dejours’un ondan alıntıladığı bölümde, Eichmann’ın da birçoğumuz gibi sıradan olduğunu, onun da işine kaptırıp gittiğini, işinin gereklerini yerine getirdiğini görüyoruz. “… Tamamen normaldi, herkes gibi, ne şeytandı ne de canavar. Ne sağlam ideolojik inançları, ne özel olarak kötücül niyetleri vardı. Dava öncesinde ve sırasında, davadan önceki sorgulamalar boyunca halinden tespit edebildiğimiz dikkate değer, olumsuz tek nitelik şuydu: Aptallık değil, düşünme yokluğu [...] Gerçeği saklamak için yapılmış klişeler, tamamen hazır cümleler, standart ifade kodları… Durmak ve düşünmek isteğimizin, zamanımız kadar az olduğu bir dünyada, düşünme yokluğu o kadar yaygın ki, beni, asıl, bu ilgilendiriyor.” (Arendt, 1978, The Life of Mind, alıntılayan Dejours, age, s.166) 

Eichmann’ın hastalığı ‘normopati’ydi. Dejours’dan tarifle normopatinin ne olduğuna bakalım (Age, s.164-165) : “Normopati, bazı psikopatolojistlerin (Schotte, 1986; Mac Dougall,1982), mesleki ve toplumsal davranış normlarına uygunluk açısından aşırı ‘normallik’leriyle dikkat çeken kişilikler için kullandıkları bir terim. Fantaziden, hayal gücünden, yaratıcılıktan payını almamış normopatlar, kendilerine bulaşmayan suçluluk duygusu ve umurlarında olmayan acıma duygusuyla alt üst olmadan, içinde sakin ve rahat bir biçimde devindikleri toplumla, şaşılacak ölçüde bütünleşir, ona uyum sağlarlar. Başkalarının kendileri gibi davranmadığını görmüyormuş; acı çekildiğini fark etmiyormuş; kendilerine göre açık, mantıklı, sağduyuya uygun görünen bir topluma, diğerlerinin neden uyum sağlayamadığını bir türlü anlayamıyormuş gibidirler… Toplumda ve iş hayatında başarılı olan normopatlar, konformizmin içine bir üniformaya girer gibi yerleşirler; bu yüzden de özgünlük ve “kişilik”ten yoksundurlar.” 

Eichmann karakterinin örneğini oluşturduğu, acı çekmeye karşı bir çeşit savunma mekanizması olarak gelişen normopatide, kişinin yerini ve statüsünü kaybetme korkusu belirleyici ve merkezi bir rol oynuyor (Age, s.169). Eichmann, kötülüğün sıradanlaşmasında görevli sıradan bir memurdu. Bugünün patronları, genel müdürleri, müdürleri, politikacıları da Dejours’un kitabının alt başlığı olan sosyal adaletsizliğin sıradanlaşmasında görevli, sıradan birer memurlar. Sadece bu normopat memurlarla süreç tamamlanmıyor tabii. Sıradanlaşma süreci, içiçe geçen halkalardan oluşuyor ve kimseyi dışarıda bırakmıyor. Birinci halka, neoliberal doktrinin ve iş organizasyonunun uygulamasından sorumlu liderlerden; ikinci halka ortak savunma mekanizmasını ve eril arsızlığı kullanan işbirlikçilerden; üçüncü halka ise korkuya karşı bireysel savunma mekanizmaları geliştiren kitlelerden oluşuyor. (Dejours, age, s. 181) 

Dejours, hepimizin katkısı olmadan sistemin işlemeyeceğini, işe kendini adama (fr. zèle) olmadan üretimin gerçekleşemeyeceğini, sadece bize verilen iş talimatlarını uygulayarak üretim yapmanın mümkün olmadığını, talimatlarla sınırlı olarak iş yapmanın, bir dönem Fransa’da üretimi baltalamak için işçilerin kullanıldığı bir grev yöntemi olduğunu, gerçek işin işletmecilik el kitaplarında yer almayan, gündelik bir sürü ufak tefek pürüzün çalışanlar tarafından çözülmesiyle gerçekleştiğini belirtiyor. Hepimiz sistemin içindeyiz ve bu sistemin herkesin katkısı olmadan işlemesi mümkün değil, diyor. Yani, herkes, adaletsizliğin sıradanlaşmasında kendi katkısı üzerine düşünmeli. 

Kimsenin iş saatlerinden sonra bahsetmek istemediği işi, hayatın merkezine koyarak yeniden düşünmek gerektiğini söylüyor Dejours. Ekonomik savaşın cephe düzenine dönüşen çalışma organizasyonunun, işsizlik yaratarak, dışlananlar kitlesini her geçen gün artırarak, hastalık üreterek, gençliğin umudunu elinden alarak, çalışanı sürekli korku ve tehdide maruz bırakarak tüm toplumu etkilediği, bu nedenle başlı başına politik bir sorun olarak ele alınması gerektiği vurgusuyla, kitap noktalanıyor.