Antep Cezaevi, ne zaman inşa edilmiştir bilmiyorum; ama orada bir şey vardır ki çok ilginçtir. Avludan blok pencerelerine bakınca hemen fark edilir; ilk yapıldığında pencerelerin boyutu eh şöyle böyleymiş. Sonra, en eskiler anlatırdı, sıkıyönetimden bir tuğgeneral mi gelmiş ne, “Yuh yani!” demiş, “bu kadar pencere olur mu?” Tez küçültmüşler pencereleri. Sonra, biri daha gelmiş, Bakanlıktan filan; “Yook” demiş, “Böyle pencere olmaaz!” Hadi bakalım bir daha küçültmüşler; sonuçta kala kala geriye kümes penceresi kadar bir şey kalmış. Avludan bakın, (lafın gelişi yani, girip de bakmaya kalkmayın sakın!) pencerenin üç halini, üç sıva düzeyi olarak görürsünüz.
Şimdi, ekonomide birileri “bürokrasinin hantallığı”ndan, “iş hayatının esnekleştirilmesi gereği”nden söz ederse, hele hele bir de torba torba yasalar hazırlayıp “çalışma yaşamına nizam veriyoruz” derse, hep aklıma o sıva katmanları gelir.
Bir de başka bir şey gelir aklıma; 50’lerde olacak, o vakitlerin senatörlerinden biri ele geçirdiği gizli bir CIA raporunu mecliste okumuştu. O raporda “kalkınmayı ve iş hayatını köstekleyen örümcek kafalı, küflenmiş bürokratlar”dan yakınılıyordu.
Bürokrasi, iyi bir nesne değil, anladık. Hepimiz en az bir kez onun saçmalıklarıyla tanışmış ve canımızdan bezmişizdir. Küçük, günlük saçmalıklardan öte, CIA’nın yakındığı şu küflenmiş bürokratların iş “beton dökmeye” gelince son derece enerjik olduklarını da en iyi Kürtler ve yoksullar bilir. Yani o mekanizma, nerede hantal olacağını nerede olmayacağının hesabını yapar. Bir kağıdı şu masadan ötekine altı ayda gönderir ama birini sehpaya gönderecekse otomobil farlarıyla bile işini halleder.
Ama patronlar, onlar niye yakınır bürokrasiden? Şöyle şeyler duyarız eskiden beri: “Kardeşim, bir fabrika açıp vatandaşa iş sağlayacağız, altmış yerden imza gerekiyor, kırk tane rapor istiyorlar!” Nedir peki bu altmış imza? Örneğin bin dokuz yüz bilmemkaçlarda hazırlanmış yasalar vardır; aman yarabbim, uzuun uzun bir atölyenin, fabrikanın tavanı kaç metre olacak, kaç havalandırması, kaç kapısı olacak, yangın çıkışı nerelerde olacak, anlatır da anlatır. Ne kadar sıkıcı değil mi? Kur bir tane fare deliği, tık içine insanları çalıştır; nedir yani bu bürokrasi? Devlet dediğin sokakta sert olur, işyerinde esnek!
Bir de bu raporlardan, imzalardan bazıları, çevreyle, tarihi alanlarla, atıkların ne yapılacağıyla ilgilidir. E, ama olmaz ki! Geçtik bizim Türkleri, elin Almanı, Fransızı, bütün kuralların harfiyen uygulanacağı yere neden gelsin? Microsoft, Nike, vb... Neden gelsin adam, kimsenin yasa filan takmadığı Uzakdoğu’nun köle diyarları varken?
İşin ilginci, her gelen hükümet, bu yasalarda bir tane değişiklik yapar, yönetmeliklere takla attırır ama yine de bunlara yaranamaz. Sınırsız vahşetin önüne konulan en küçücük bir yasal engele bile katlanamazlar. İnanmayan varsa, her ay yayınlanan TÜSİAD/MESS dergilerine baksın; düşünün ki AKP bile kesmiyor adamları, her sayıda “iş hayatının liberalizasyonu” cümlesini en az elli yerde görürsünüz! Çadırda adam öldürmekten daha liberali nedir diyeceksiniz ama onlar öyle demezler işte.
Hepsi bu değil tabii; sözünü ettiğim yakınmanın daha üst noktası, “lanet olsun koalisyonlara ve şu politikacıların saçmalıklarına” diye başlayıp, “şöyle dirayetli, bürokrasi yaratmayan, işleri hızlıca ve ëtek elden’ yürüten bir yönetim olsa” diye devam eden söylemdir, ki bu tanımın ne anlama geldiğini 12 Eylül sabahında öğrenmiştik! “Hep işçiler güldü, biraz da biz gülelim” diyen Halit Narin’i nasıl unuturuz? Ayrıca, sanıldığı gibi bu tanım, sadece “darbe hevesi” anlamına da gelmez; şu dillere pelesenk edilen “istikrar” sözcüğü de aslında, despotik bir “tek parti” yönetiminin başka dilden söylenişi anlamına gelir.
Ve daha ilginci, bu despotik “tek el”, “hızlı iş bitirme” söyleminin, bir yerde beş dakika kuyrukta beklese “özelleştireceksin bu şerefsizleri” diye yırtınan “eski solcu/yeni neoliberal” tuzu kuruların söylemiyle derinden akrabalığı vardır. Bürokrasiye, popülizme, ideolojik cereyanlara, ve daha bir çok şeye ağız dolusu söven bu yakın akrabaların özgürlük fikri ve pratiğiyle ise uzak yakın bir kan bağı yoktur. İşler çabuk yürüsün, çok kazandırsın, işçiler de hızlı yaşayıp genç ölsünler ki, cesetleri yakışıklı olsun! Pek yakında göreceğiz, işler savaşa kadar gelecek. Nedir o öyle, Herondan gör, komutana söyle, o Ankara’ya söylesin, Ankara geriye dönüp “vurun şu sınırdan girenleri” desin... ABD nasıl çözdü bak özel şirketlerle, Blackwater’la, SCG’yle... Anında bitiyor iş ve rapor veriliyor: “Bir adet Afgan köyü, kediler, köpekler, çocuklar ve muhtemel teröristlerle birlikte ortadan kaldırılmıştır efendim!” Bu kadar işte; kahrolsun bürokrasi!
Sonuç olarak, hikaye basittir. 1960’larda yapılan Buca ve Bayrampaşa cezaevlerinin avlu pencereleriyle (ki yayla gibidir!), F tiplerini bir kıyaslayın. Sonra aynı 40-50 yılda iş yasalarında yapılan değişikliklerin bir listesini koyun önünüze. Neyin “katılaşıp” neyin “esnediğini” görmenin en iyi yolu budur. “Çadır”la “hücre”nin ilişkisini de...