Ölü ve Yaralı İşçiler İçin Uluslararası Anma Günü, iş kazalarında yaralanan/hayatını kaybeden, meslek hastalıklarına yakalanan işçilerin unutulmaması, işçi sağlığı ve güvenliği alanında etkin çalışmalar yapılması için 1996 yılından bu yana dünya sendikal hareketi tarafından 28 Nisan olarak belirlendi. ILO tarafından ise 2003 yılında alınan bir kararla meslek hastalıkları ve iş kazalarının önlenmesi amacıyla Dünya İş Sağlığı ve Güvenliği Günü olarak ilan edildi. ILO bu kapsamda her yıl farklı bir konu ile işçilerin çalışma koşullarındaki risklere dikkat çekiyor.
Ülkemizde yakın zamanda insan hayatı hiçe sayıldığı, patronların işçi sağlığı ve güvenliği söz konusu olunca maliyet hesabı yaptığı için katliam boyutunda yaşanan işçi cinayetleri hafızamızda taptaze. Hemen her gün, ağır çalışma koşulları altında türlü meslek hastalıklarına yakalandığı için hayatı kabusa dönen işçilerin, işçi cinayetlerinde kurban gidenlerin haberlerine uyanır olduk. Yakın zamanda yaşanılan korkunç ‘kaza’lardan ders çıkararak işçileri koruyacak yasal düzenlemeler yapılıyor mu, işyerlerinde gerekli ve yeterli tedbirler alınıyor mu, etkin denetimler yapılıyor mu, İSG mevzuatındaki eksikler neler sorusuna cevap aradık. Bu soruları iş kazası geçiren kadın işçilere, İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi kurucu gönüllüleri arasında yer alan Akademisyen Aslı Odman’a; A Sınıfı İş Güvenliği Uzmanı Gülay Aksoy’a yönelttik.
‘Kazadan’ sonra tedbir aldılar
Metal, petro-kimya, seramik gibi çeşitli sektörlerde toplamda 21 yıldır çalışan Devrim, 28 Nisan’ın Dünya İş Sağlığı ve Güvenliği Günü olduğunu bilmediğini söylüyor. İşçilerin tamamına yakınının da bilmediğini ekliyor. “45 yaşındayım, en ağır işlerde de çalıştım. İlk defa bugün duydum” diyor. Çalıştığı işyerlerinde eskiden İSG eğitimleri verildiğini hatırlamadığını söylüyor Devrim. İşyerlerinde İSG uzmanlarının çalıştırılmasının zorunlu tutulmasından sonra eğitimler verildiğine dikkat çekiyor. Kağıt üzerinde verilen eğitimlerin üretim alanlarında İSG denetimleri yapılmadığında karşılığının olmadığını, işçilerin ‘kaza’ geçirmesinden sonra tedbirlerin alındığını söylüyor kendi yaşadığı iş kazasını anlatırken.
“Gece vardiyasındaydım. O zaman boya kovası yapıyorduk. Metal kovanın geldiği bantta çalışıyordum. Bir anlık dalgınlıkla -bir ara gözüm kapandı- banttan gelen bir ürünü almayı kaçırdım. Sensör onu gördüğü için ikincisini de görmeden alayım dedim. Elimi bi attım, sensör kovayı koluma fırlattı. Kolum kırıldı. Kafama gelseydi ölürdüm de. Sonra aylarca kolum alçıda kaldı. Ben raporluyken iş güvenlikçiler koruma bariyeri koydurtmuşlar. İş başı yapınca yine aynı bantta çalıştım ama bu sefer kaza yaşanmadı.”
Üç vardiya çalışma sisteminin İSG tedbirlerini boşa düşürdüğünü dile getiren Devrim, tüm işçilerin sağlığını korumak için gece vardiyasının yasaklanmasını istiyor. En çok da kadın işçiler için. “Evde var iki çocuk. Onların okulu, evin temizliği, yemeği, çamaşırı, ütüsü derken gece vardiyasına tam uyumuş dinlenmiş gelen kadın görmedim. Hele de 12 saat mesaili çalışıyorsan aval aval çalışıyorsun. Hani desen ki kadınlar 6 saat çalışsın belki biraz iyi olur bizim için. Erkekler 2 saat de çalışsa 24 saat de çalışsa eve geldiğinde yatıyor. Ama bizim öyle değil.”
“Halen daha çamaşır asamıyorum”
Seramik fabrikasında 5 yıl çalışan Devrim, sesinin uzunca bir dönem kısık olmasının seramik tozundan kaynaklandığını dile getiriyor. Orada çalışan yüzlerce işçinin de aynı sorunları yaşadığını ama o zamanlar çok farkında olmadıklarına dikkat çekiyor. “O zamanlar sağlık taramaları yoktu. Fırından çıkan ürünlere rötuş yapıyorduk zımparayla, suyla. Toz toprak içindeydik. Maske sistemi bir işe yaramıyordu. Havalandırma yapılması lazım dediğimizde iki tane pervane takıyorlardı. O da tozu her tarafa daha çok dağıtıyordu. İyice nefes alamıyorduk. Dış kapıyı açıyorduk çoğunlukla. Kışın donuyorduk tabi. Rötuş yaparken ellerimizi suya sokuyorduk. Hava buz gibi olunca su da buz kesiliyordu, ellerimizi hissetmiyorduk. Ellerimin, parmaklarımın uyuşması o günlerden kaldı. Halen daha çamaşır asarken mandalı açamıyorum, sıkamıyorum. Doktora gittim bana ‘sigarayı bırak ve o işten çık’ dedi yalnızca. Doktor da öyle deyince çıktım. 12 yıl sonra sesim normale döndü.”
Devrim’le aklına gelen tüm işyerlerindeki çalışma koşulları ve bu koşullar içerisindeki riskler üzerine uzun uzadıya sohbet ettik. Kimi işyerlerinde, özellikle son çalıştığı işyerinde işçilere daha fazla değer verildiğini gördüğünü dile getiriyor. Yeterli mi diye sorduğumuzda “tabi ki hayır” diyor. Kadın işçiler için üretim alanlarının nasıl risksiz hale getirilebileceği üzerine düşününce ardı ardına öneriler sıralıyor:
“Ağır kaldırmakta erkeklerle aynı değiliz. Bizi eşit tutmasınlar. Falanca yapıyor da sen niye yapmıyorsun gibi bizi koşturmasınlar. İSG tedbirleri alınmak isteniyorsa sayıları düşük tutsunlar, hızlı çalıştırmasınlar. Kadınların 6 saat çalışması lazım. Vardiya sistemini isteyen işçiler mesela çocuklarına dönüşümlü olarak bakmak zorunda oldukları için vardiyayı tercih ediyorlar. Bu sorunun da çözülmesi lazım. Çünkü insan baskı altında kalıyor. Ki bu tür şeyler azalsa iş kazaları da azalır. İş kazaları, yani sonrası kadınlar için daha zor.”
İş kazalarını önlemede birinci kural: İşçiler, kendinizi koruyun!
Bilgen, çocuk yaşlardan itibaren fabrikalarda çalışmaya başlamış. Meslek lisesinden mezun. Stajyerlik ve çocuk işçi olduğu dönemlerle birlikte 25 yıla varan ücretli çalışma yaşamı var. Metal, gıda, petro-kimya, cam, seramik dışındaki sektörlerde de çalışmış. Çalıştığı işyerlerinde işçi cinayetlerine tanık olmuş, aynı işi yaptığı işçilerin iş kazası geçirdiğini görmüş, kendisi de birkaç kez kaza geçirmiş, çeşitli meslek hastalıklarına yakalanmış. Çoğu işçinin düşündüğü gibi yaklaşıyor bu meseleye. “İşçilerin hatası” diyerek başlıyor söze. “İSG eğitimlerinde anlatılanları uygulasalar iş kazaları yaşanmaz” diye düşünüyor. İş kazaları ve cinayetlerinde insan faktörü yüzde 90 olduğu için işçilerin böyle düşünmesi ve bilmesi anlaşılır bir durum. İşyerlerinde verilen İSG eğitimlerinde -kendi aldığım eğitimlere de bakarak- risk analizlerini yaparak işyerlerinin tedbir almasının zorunluluğundan önce işçilerin kendilerini koruması gerektiği anlatılır. Ve 10 dolarlık sensörü dahi pahalı ve gereksiz bulan patronların kâr hırsına kurban gider bu alandaki bilimsel çalışmalar.
Bilgen de gece çalışmasının yasaklanmasını istiyor. Kadınlar için çok zorlayıcı olduğunu kendi deneyimleriyle anlatıyor: “Bir saatten sonra uykusuzluk çok basıyor. Haftada bir uyku düzenin değişiyor ve adapte olamıyorsun hem fiziksel olarak hem beyin olarak. Kendini toparlayamıyorsun. Ben de iş kazası geçirdiğimde gece vardiyasındaydım. Endüstriyel mutfak malzemeleri üreten bir firmaydı. Makinenin poliüretan tankı patladı. İçindeki solvent olduğu gibi dışarı aktı. Kokudan dolayı hepimiz zehirlendik. Ben diğer arkadaşlara göre biraz daha hafif geçirdim ama halen daha etkilerini yaşıyorum. Kalıcı hasarlar oluşan arkadaşlarımız oldu. Başka iş kazaları da gördüm, ölümle sonuçlanan, sakat kalınan. Bu, işverenin hatasından kaynaklı değildi aslında. İşçinin kendi hatasından kaynaklanıyordu. İşe ilk girdiğimizde bize verilen iş güvenliği eğitimine uymamıştı. Belki de bir anlık dalgınlığından, bilemiyorum. Alüminyum firmasında çalışıyorduk. Termik dediğimiz bir fırınımız vardı. Termik’e 9 sepet girer. Bu sepetlerin indiriliş şekli S olmak zorundadır. Önce bir katı sonra diğer katı vs. Arkadaş konveyörle termik fırının arasına girip sepetleri diklemesine bir şekilde indiriyor. Ve ilk başta konveyörle termiğin arasındaki kısmı en sona bıraktığı için termik sepeti dengesiz kalıyor ve 3 sepet onun üstüne devriliyor. Konveyörle sepetlerin arasında kalıp vefat etti.” Bilgen bu konuyu anlatırken sepet yüksekliği bir insan boyunu geçmeyecek yükseklikte olsa yine de böyle bir kaza yaşanır mıydı sorusuna “hayır yaşanmazdı” cevabı veriyor.
“Sayı çıkarma baskısıyla çalışırken tedbir alamıyorsun”
Bir diğer ölümlü kazayı ise şu şekilde anlatıyor: “Daha sonrasında da bir arkadaşımız kostik havuzuna düştü ve hayatını kaybetti. Gene bir alüminyum fabrikası ama eloksal diye kimyasal bir maddeyle çalışıyorduk. Büyük havuzlar var. İçinde kostik var. Vinçle havuzların tepesinde dolaşırken ayağı kayıp kostiğin içine düşüyor. Normalde havuzların üstünde dolaşmaman gerekir. Orada bir yürüyüş alanı var. Havuzların üstüne çıkıp barayı kaldırmaya çalışıyor ve ayağı kayıp düşüyor. Oradaki yürüme yolunu kullansa bir sıkıntı olmayacak. Hepimiz de yürüyüş yolundan geçerek bakıyorduk, barayı kaldırıyorduk. Daha hızlı çıkarayım diye düşünerek de yapmış olabilir belki.”
İşçilerin işçi sağlığı ve güvenliği konusunda bilinçli olmadığına değinen Bilgen, bilinçli olanların dahi sayı çıkarma uğruna tedbir uyarılarına dikkat etmediğini belirtiyor. Bir de bizim toplumumuzda ‘bana bir şey olmaz’ mantığının hâkim olduğuna dikkat çekerek anlatmaya devam ediyor: “Bana bir şey olmaz düşüncesi hepimizde var. Ben bile bunu yapıyorum. Mesela çalışırken bize maket bıçakları verildi. O maket bıçaklarıyla elimizi, kolumuzu, bacağımızı kestiğimizde kaldırdılar. Daha güvenlikli maket bıçakları verdiler, uçları kapalı olan. Ben mesela onları kullanmayı tercih etmiyordum, işimi yavaşlatıyordu. Hani bununla uğraşana kadar diğeriyle çat çat çat yapıyorum diyordum. İş güvenliği uzmanlarımız geliyordu, gördüğünde tutanak tutuyordu. O benden kaynaklanan bir şeydi. Aslına bakarsan baskı da var tabi. Hani ‘hızlı çalışın, adet çıkarın’ baskısı da vardı. Ben de daha çabuk yapayım, bitireyim bu işi düşüncesiyle yapıyordum herkes gibi.”
Kadınlar dinlenemeden işe gidince ‘iş kazası’ kaçınılmaz oluyor
Üretim alanlarında kadınların üzerinde ‘aynı işi yaptıkları’ erkek işçilerin de baskısı olduğunu anlatıyor Bilgen. “Mesela sepetler çok yüksek olurdu. Biz çıkmaya şey yapamazdık. Hani biz çıkamıyoruz şundan dolayı, erkek gücü falan diyorduk. Birçok erkek de şunu diyordu: ‘Bizimle aynı parayı alıyorsanız aynı işi yapacaksınız, niye yapmıyorsunuz’ falan diye erkek işçilerden çok duyuyorduk. Bir işyerinde bizim genel müdürümüz kadındı. Bir gün ona çıkıp bu şikayetimizi dile getirdik, bize böyle böyle diyorlar diye. Kadın müdür bütün işi durdurup herkesi yemekhaneye toplamıştı, bizleri savunmuştu. ‘Bunlar sizin kız kardeşleriniz, eşleriniz olabilir. Bu nasıl bir düşünce? Tabi ki onların yapamayacağı bazı şeyler var, siz yapacaksınız bunu. Beni çok zorlarsanız hepinizi çıkarırım, buraya kadınları doldururum. Rahatsız olan varsa ceketini alıp gidebilir’ diyerek tehdit etmişti.”
Erkek işçilere itiraz ederken yine de aynı işi yapmak için kadın işçilerin kendileriyle yarış halinde olduğuna da değiniyor. Tabi bu koşturmaca kadın işçilerin daha hızlı ve daha fazla yorulmasına neden oluyor diyor Bilgen. “Yani adam 10 tane tuğla kaldırırken ben belki 5 tane kaldırdığımda yorulabiliyorum. Çünkü onun kas gücüyle benimki bir değil. Günün sonunda o 1 saat dinlendiğinde kendine geliyorsa benim 3 saat falan dinlenmem gerekiyor. Çünkü zaten kolların ağrıyor, boynun ağrıyor, belin ağrıyor. Tabi bir de eve geliyorsun. Erkek hazıra geliyor. Sen evde de çalışıyorsun. Sabah da ondan önce kalkıyorsun. Her yerin hala ağrıyor oluyor. O yorgunlukla tekrar o şekilde işe gidiyorsun.”
Hayatımız üzerinden maliyet hesabı yapılıyor
İşyerlerinde, fabrikalarda çalışılan makinelerin, tezgahların fiziki yapısı ve dizaynının da kadın işçilere uygun olmadığını ifade ediyor Bilgen. Eskiye oranla bazı işyerlerinde bu düzenlemelerin kadın işçilere uygun hale getirildiği örnekler duymuş. “Ama çoğu fabrikada yok” diyor. İSG uzmanlarının görevini layıkıyla yerine getirdiğinde düzenlemelerin yapıldığını söylüyor. “Bazı iş güvenliği uzmanları dediğini yaptırabiliyor. Çünkü çoğu işveren istemez sistemini değiştirmeyi. Niye? Hem masraf oluyor diyor hem hızı yavaşlatıyor diyor. Mesela bizim çalıştığımız makinelerde tek butonla çalışabiliyordun, kaza oluyordu, elin kopmasına kadar gidiyordu. İki butonla çalıştığında kaza olmuyordu. Ama tek butonla dakikada 10 tane ürün basarken çift butonla 3 taneye falan denk geliyordu. Bu da işverenin ‘zararına’ oluyor. Çalışanın üzerine baskı yapıldığında da bakıyor ki olmuyor, başı derde girecek, işten çıkarılacak falan. O zaman tek butonla çalışacağı düzene ‘kendi isteğiyle’ geçiyor.”
Bilgen de kadın işçi sağlığı ve güvenliği için çalışma saatlerinin kesinlikle düşürülmesi gerektiğini söylüyor. Vardiyalı çalışmanın yasaklanmasını, zaman/sayı döngüsünün işçi hayatını ve sağlığını riske atmadan oluşturulmasını istiyor. İnsanı önceleyen çalışma sisteminin kanunlarla daha fazla korunmasını ve işyerlerine yaptırım uygulanmasını istiyor. “Bununla ilgili Çalışma Bakanlığı çalışma yapabilir. İşyerleri daha fazla denetlenebilir. Bu denetlemeler de habersiz yapılmalı. Çoğu işyerine en az bir hafta önceden haber geliyor, denetime hazırlık yapıyorlar. Esnetilen kurallara o hafta ‘çok dikkat edin’ gibi uyarılar yapılıyor. Denetim bittikten sonra eski tas eski hamam. Habersiz denetim yapılırsa gerçekler ortaya çıkar aslında.”
Çalışma alanları farklılaştıkça kadın çalışanlar için sektörel bazlı sorunlar doğuyor
Gülay Aksoy, Jeoloji Mühendisi, A Sınıfı İş Güvenliği Uzmanı
Türkiye’deki İSG mevzuatı işçileri etkin bir şekilde koruyor mu?
İSG mevzuatı işçileri etkin bir şekilde korumuyor. Zira kaldırılan tüzük gibi somut ifadeler mevcut değil. İşveren ve İSG uzmanı yorumuna açık kalıyor. Tabi bu nedenle yorum farklılıkları olabiliyor. Ayrıca yönetmeliklerde hala açıklıklar var. İşyerleri devlet tarafından liyakatli uzmanlar tarafından denetlenerek korunmalıdır.
Üretimde veya hizmet sektöründe çalışan kadınlar için düşündüğümüzde çalışma alanları kadınlar için güvenli mi? Kadın işçiler için hangi düzenlemelerin yapılması gerekir?
Kadınlar için çalışma alanları farklılık gösterdikçe sektörel bazlı sorunlar doğabiliyor. Kadının fiziksel durumu göz önüne alınarak tabi ağır ve tehlikeli işlerde fazla kadın personel göremiyoruz. Uzun yol tanker kaptanı gördüğümde mutlu oldum mesela. Tabi bunun için, kadın çalışanlar için uygun ortam sağlanması ve kadın işçilerin gözetilmesi için şartların yerine getirilmesi ekstra maliyet olduğundan tercih edilmeme sebebi. Mevzuatta, kadın çalışanların gece vardiyasında çalıştırılma koşulları ve gebelik analık hakları gibi yönetmelikler var. Bu, işyerinden uzun süreli uzaklaşma doğurduğu için başta da belirttiğim gibi tercih sebebi sınırlı sektörler oluyor ya da hiç olmuyor. Gönlümüzün istediği kadınların her alanda söz sahibi olmaları.
“Devlet kadrolarında liyakatli denetim uzmanları oluşturulmalı”
Eğitim verdiğiniz kurumlar veya İSG uzmanlarından, kadın işçilerden İSG tedbirleri olarak olumlu/olumsuz hangi dönüşleri alıyorsunuz?
11 yıldır İş güvenliği uzmanlığı yapıyorum. Çok farklı işyerlerinde uzmanlık yaptım ve/veya eğitim verdim. Gerek işyeri çalışma koşullarından, hizmet sektöründe çevresel etkilenen kadın personeller için ortam her zaman güvenli olmuyor. İşyerinde tüm tedbirler alınsa bile hizmet sektöründe müşteri odaklı sorunlar son zamanlarda oldukça arttı. İşveren bu konuyu bertaraf etmek için personellere psikolojik destek odaklı eğitimler bile veriyor. Aksi takdirde bertaraf edilemez ve etkilenmeler kötü sonuçlar doğurabilir.
Yakın zamanda yaşanan ve onlarca işçinin ölümüne sebep olan kazaları da düşündüğümüzde (havai fişek fabrikası, Kartalkaya Oteli gibi) işçi sağlığı ve güvenliği ülkemizde nasıl geliştirilebilir?
Denetim denetim denetim… Tabi liyakatli kişiler tarafından. İşyerleri, işverenin inisiyatifine bırakılmamalı. Biz uzmanlar belli bir yere kadar yaptırımımızı uyguluyoruz. İş maddiyata dayandığı için İSG konusunda bütçe ayırmak fuzuli sanılıyor. Hâlbuki hem can hem mal kaybına dakikalar içerisinde varılabiliyor. Bizler anlatsak bile ceza varsa uygulama vardır mottosu oldukça yaygın ülkemizde. Devlet kadrolarında liyakatli denetim uzmanları oluşturulup, işyerleri en az yılda bir kere detaylı denetlenmelidir. İş güvenliği proaktif bir çalışmadır, reaktif değil. Kazalar olduktan sonra önlem düşünmektense, devlet, işveren ve uzmanlar herkes elbirliği ile önceden önlem almalıdır.
“İSG kurullarında dahi eşit temsiliyet tanımlanmıyor”
Aslı Odman, İSİG Meclisi Gönüllüsü, Akademisyen
Türkiye’de İSG mevzuatı kadın işçi sağlığı ve güvenliği konusunda sizce ne durumda? Yeterli görüyor musunuz?
Buna dair iki şey konuşmamız lazım. Öncelikle mevzuat ile ilgili her sorunun, mevcut mevzuat ile işçi sağlığı ve güvenliği uygulamaları arasında bir uçurum olduğunun masaya koyulması gerekiyor. Zaten bu emek sömürüsü ve çalışma acısını mümkün kılan ve sistem nezdinde meşru kılan da bu uçurumun varlığı ve yok gibi yapılması. Kâğıt üstündeki, artık uygulaması bir piyasa haline gelmiş İSİG mevzuatında asli bir sorun yok. Çok kapsamlı. Bunu, toplumsal cinsiyete göre farklılaştırmadan belirterek bir kenara koyduktan sonra ikincisine geçebiliriz. Mevcut, müthiş hukuksallaştırılmış, her şeyi tanımlı bir yasa, kırktan fazla yönetmeliğe bölünmüş, aşırı uzmanlaşmış İSİG mevzuatı içerisinde toplumsal cinsiyet yok. Kadınlara dair tanım ise, biyolojik kadınlık, emziren anne, hamile kadınlar gibi yeniden üretim emeği alanında. Diğer, çocuklar, engelliler gibi kırılgan gruplardaki gibi korumacı bir şekilde tanımlanıyor. Yani kırılganlık alanlarını tanımlıyor. Kadınlığı bir kırılganlık alanı olarak tanımladıktan sonra da onu bir koruma nesnesi olarak tanımlıyor. Mesela gece çalışma düzenlemeleri, hamile kadınların korunması, emzirme hakları veya madenlerde çalışma yasağı gibi. Kadın bedeninin yeniden üretim işlevlerini koruma politikası, yani ulusal kapitalizmde vatandaş, asker ve işçi havuzunu verimlileştirme, başka bir deyişle biyopolitik bir yaklaşım var.
İSİG mevzuatının bir yandan dediğim gibi pratikte uygulanmadığı için gittikçe uzmanlaştığını kenara koyduğumuz zaman, 150-200 yıllık biyopolitikanın kadın bedeni üzerinden tahkim edildiğini görüyoruz. Bunun da bir önceki dönemlerle karşılaştırıldığı zaman ciddi kazanımlar teşkil ettiğini de unutmamak gerekiyor. Çocukların, hamile kadınların madene inmemesi kötü bir şey değil yani! Ama bütün bu bürokratikleşme, hukuksallaştırma ve belge/döküman yaratmaya yönelik sistem içerisinde neleri dışarda bırakıyor? Anneliği görüyor, ama kadının çifte yükünü haşa görmüyor! Bütün formel çalışma hayatını dışarıdan bakım emeği ile eşinin, çocuğunun, anne-babasının işgücünü yeniden üretim emeğini veren bir toplumsal rol içine kıstırılmış kadının iki kez çalışıyor olmasını görmüyor. Her çalışan kadın bir de evde çalışıyor. Yani hem yeniden üretim alanında emek vermesini hem de böyle bir imkânı varsa çalışma hayatında katkı veriyor olmasının yarattığı ek yükü görmüyor. ISG kurullarında eşit temsiliyet bile mesela tanımlanmıyor.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi olarak iş cinayeti raporlarında ölüm üzerinden çalışma hayatının asli dinamiklerini okumaya çalışıyoruz, biliyorsunuz. Bütün çabalarımıza rağmen işte yerel medya, ulusal medya, mutemetlerden yerel gelen bilgileri derlememize, bütün formel, enformel, kaçak, eviçi çalıştırılanları dahil etmemize rağmen, 2011’den beri Türkiye genelinde toplam iş cinayetleri içinde kadın işçi cinayetlerinin oranı yüzde 6-7’nin üstüne çıkmadı. Bu demek değil ki kadınlar çalışmıyor. Veya yüzde 7 oranında çalışıyorlar. Bu demek değil ki kadınlar çalışırken ölmüyorlar. Ki ölmenin arkasında koskoca bir yaralanma, hasta olma evreni de var.
“İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin toplumsal cinsiyeti var”
İşçi sağlığı ve iş güvenliği kapsamında, cinsiyet eşitsizliklerinin ortadan kaldırılabilmesi amacıyla, kadın işçilerin çalışma koşullarını önceleyerek hangi düzenlemelerin yapılmasının gerekli olduğunu düşünüyorsunuz?
Esasında kadınların işçi sağlığı iş güvenliği de diyebiliriz ama daha iyi bir kavram, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin toplumsal cinsiyeti. İşçi sağlığı ve güvenliğinin en azından iki bağlamda toplumsal cinsiyeti var. Bir gerçekten, biyolojik olarak kadınların fiziksel, hormonel, biçilen toplumsal rollerin ruhsallıklarında yarattığı durumlar ile ilgili farklılıklarının işçi sağlığı ve güvenliği standartlarına, mevzuatına, yani vasatına yansımamış olması. Bunu kişisel koruyucu donanımlardan makine tasarımına kadar görebiliyoruz. Bu “kadını koruyan” üstenci yaklaşım, standart olanın erkek bedeni olmasını normal görüyor. Bu bir. İkincisi, dediğim gibi yalnızca üretimi gören sistem içerisinde kadının yeniden üretim alanındaki rollerinin görülmemesi.
Çoğu kadının esasta çifte çalışıyor olduğu, çifte yük taşıyor olduğu, hiçbir zaman ücretlendirilmemiş bakım emeğinden arındırılmış bir kadınlık halinin var olamamasını, bunun onun ruhsallığı ve bedenine olan yükünü görmezden geliyor. Biliyoruz ki bu “normal” addedilen durum, çalışma dünyasının arkasındaki yükleri de eşitsiz dağıtıyor, çalışmaya da çok daha fazla ekstra bedensel ve ruhsal bir yük getiriyor. Kadınların, boş zamanı nadiren kendilerine ait. Maaşa ve eşit ücrete hiç girmiyorum bile.
Bütün bunlar işçi sağlığı ve iş güvenliği standartları ve koruma prensipleri dahilinde tanımlanmıyor. Esasında kadının “nüfus yaratma işlevleri” korunur ve tanınır gözükürken, bu fiili durum görmezden geliniyor. Bunun altını çizmek gerekiyor. Benim örneklerini gördüğüm daha ilerici sendikal pratiklerde bakım emeğinin, sendikaların işçi sağlığı ve iş güvenliği politikalarına aktarıldığı vakalar var. Mesela, ailede bir kanserli veya başka kronik hasta yakınına eşlik ederken ücretli izin hakkını toplu iş sözleşmelerinde masaya getirebiliyorlar. Bunlar fiili kadın bakım emeğinin bu yolla tanınmasını ve hafifletilmesini de sağlıyor. Veya kreş. İşçi sağlığı ve iş güvenliği esasında kreşlerin varlığı yalnızca kadınların istihdama katılması için değil, kadınların katıldıkları istihdam içerisinde kendilerine vakit ayırabilmesi, kendini koruyabilmeleri, kendi emeklerini yeniden üretebilme için de elzem bir mesele. Bence kreşle ilgili var olan düzenlemelerin hayata geçirilmesi, kreş mevzuatının kadın çalışanların sayısı üzerinden tanımlanmasından vaz geçilmesi talebi gibi talepler de işçi sağlığı ve iş güvenliği talepleri bağlamında görülebilir.
“Cinsiyetlendirilmiş işçi sağlığı ve iş güvenliği içerisinde psikososyal riskler de var”
Bunun dışında tabi ki cinsiyetlendirilmiş işçi sağlığı ve iş güvenliği içerisinde son derece göz ardı edilen psikososyal riskler alanı da var. Psikososyal riskler de toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş risklerdir. İşyerinde cinsel taciz bir cinsiyetlendirilmiş emek disiplin unsuru olarak kullanılıyor. Yani işte 1930’larda Suat Derviş’in romanlarının bazılarını okursanız, erkek formenlerin kadınlarla dolu fabrikalarda emek süreci kontrolünde, onların biatlarını cinsel şiddet üzerinden sağlamayı bir emek disiplin unsuru olarak nasıl kullandıklarını anlatır. Bu hem patriyarkal sistem açısından meşru görülür, hem de fabrika disiplini açısından işlevseldir.
Bir önemli mesele de vasıfların esasında vasıf dediğimiz şeyin son derece eril olarak tanımlanmış olması. Kas gücü, teknolojiye aşinalık, pahalı makinalarla çalışma gibi vasıf tanımlarının uzun kapitalizm tarihi içinde çözümlediğimiz zaman ne kadar cinsiyetlendirilmiş olduklarını ve en özcü gözüken tanımların zaman içinde dönüştüğünü görüyoruz. Herhangi bir işyerinin dönmesi için kapitalist iş organizasyonunda işgücü kendi içinde katmanlaştırılıyor, hiyerarşize ediliyor. Bir kısır döngü içinde, nasıl bir organizasyon mantığı var? “Teknoloji ve makine erkektir, o biliyor, kadınları o alandan uzak tut, onlar vasıfsız, onlara mükerrer ve basit işler ver, o zaman kadın hiç öğrenemez ve iş tanımını değiştiremez ve ‘ince parmakları ve titiz gözleri ile’ ile tekrar eden işleri daha düşük ücretle yapmaya devam eder.”
Hizmet sektöründe kadınların duygusal emeği de sömürülüyor
Bir başka nokta, gittikçe oranı yükselen, düşük ücretlendirilen hizmetler sektöründe, genç -hatta eğitimli- kadınların oranının arttığını görüyoruz. İşte çağrı merkezleri, tezgahtarlık, kasiyerlik, AVM gibi alanlarda başka alanlarda, pek çok düşük ücretlendirilen hizmetler sektöründe kadınların diğer işkollarından daha yoğun çalıştığını görüyoruz. Tabi ki güvencesizleştirilen eğitim ve sağlık sektörlerindeki emeğin cinsiyet oranlarını da bunun üzerine koymak gerekiyor. Eskiden kamu tarafından verilen bu hizmetler özelleşti, parçalandı ve güvencesizleşti. Bu hizmetlerin en önde gelenleri sağlık ve eğitim hizmet kolları toplumsal bedenin yeniden üretildiği, müthiş bakım ve duygulanımsal emek gerektiren, “kadın alanları” ve kadınsı alanlar. Onun adı da işte duygulanımsal emek. Yani yalnızca bedeninin 8-10-12 saatini kullanıp, ücretlendirmekle yetinmiyor, aynı zamanda kullandığı her saniyede belli duygu durumlarını yansıtması mecbur kılınıyor. Bunlar da cinsiyetlendirilen duygulanımlar. İşte bakım, şefkat, ilgi, neşe, gülüş yansıtma gibi niteliklerin beklendiği çağrı merkezi, hosteslik, hemşirelik, kreş öğretmenliği, AVM tezgahtarlığı gibi alanlar bunlar, müşteri memnuniyetini amaçlayan.
Kişisel koruyucu donanım ve makine tasarımlarının erkek bedenini standart almasından bahsettik. Ama onun dışında mesela bağışıklık sistemi hastalıkların çok daha büyük bir kısmının da biyolojik olarak kadınlarda bulunduğu gösterilmiş. Bu oran yüzde yetmişe yakın. Kadınların bağışıklık sistemi hastalıklarının daha büyük kısmına maruz kalmaları, belli toksik, kimyasal maddelere çok daha farklı tepki vermeleri sonucunu da veriyor. Buna göre de bir planlama yapılması gerekiyor. Gece şifti ve meme kanseri riski arasında pozitif bir bağlantı olduğu kanıtlanmış. Gerçekten işçi sağlığı ve iş güvenliğinin toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri perspektifinden yeniden kurgulanması, bütünleşik bir mücadelenin de feminist mücadelenin de önemli unsurlarından.
İSİG sorunlarında, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini görmeyen sendikal örgütlenmelerin payı büyük
En sonunda şunu söyleyerek bitireyim. İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusu, yaşamsal bir örgütlenme unsurudur diyoruz. Yani ekonomik haklar, enflasyona uyumlu zam, iş güvencesi, bunlar önemliler ama ekonomik haklar dışında can, yani çalışırken yaşam hakkı, çalışırken sağlık hakkı, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin özünü oluşturuyor ve bundan daha önemli bir örgütlenme nedeni olamaz sanırım! Yaşam için, sağlık için örgütlenme. Bu kadar bariz bir şeyi uzun uzun temellendirmek zorunda kalıyoruz. Sendikacılık, halihazırdaki baskın sendikacılık pratikleri, ekonomik haklara indirgenince, işçinin esasında ekolojik yıkım anlamına gelen iş cinayetleri alanı, yaşamsal mücadele alanı sendikal örgütlenmenin önceliklerinin çok uzağında kalmış oluyor. Türkiye’deki yüzlerce sendikanın neredeyse hiçbirinin kendi iş koluna özgün bir İSİG verisi, bir meslek hastalıkları mücadelesi ve İSİG politikası yok. İmkânı olanların da yok. İmkânı olmayan ufak veya bağımsız sendikalar çok daha aktifler İSİG alanında. Bu bir tezat. Kaybedecek bürokratik bağları olmayan sendikalar işe yaşam ve onur hakkından başlıyor veya onu mücadelelerine katıyor.
Peki neden bugün sendikal örgütlenme bu kadar ekonomik haklar üzerinden gidiyor, neden İSİG bir örgütlenme alanı değil? Bunun nedenlerinin sendikacılığın baskın pratiklerindeki bürokratik, eril yapılanma olduğunu düşünüyoruz… Yani rekabet, kazanım, zafer gibi değerler üzerinde kurulu ve epeyce de bu bürokratik eril örgütlenme hatlarını kuran ve yansıtan sendikaların, karşılaştığı büyük emek sorunları karşısında var olabilmesi için feminist işçi sağlığı ve iş güvenliği, yani yaşam bakım odaklı bir örgütlenme mantığıyla yenilenmesi gerekiyor.
