Bazı şeyleri hiç yapamıyorum, küçükken de böyle miydim hatırlamıyorum. Bazı küçük anılarım var gerçi haksızlığı hissettiğimde kanımın kabardığı anların küçük parıltıları... Susamıyorum mesela, sessiz kalamıyorum. İnsan nisyanla malul derler, yani insan unutmaktan yapılmıştır fakat ben amnezifobiyim. Yani hafızamı kaybetmekten korkuyorum, unutmaktan korkuyorum. Susamıyorum, sessiz kalamıyorum ve unutmaktan korkuyorum. Belki de bu yüzden yazmayı seviyorum çünkü hem hatırlıyorum hem de kayda alıyorum. Çoğu kez bu bir görev benim için çünkü şair şöyle söylüyor, “tanrı sattığınız o pazarlara kurşun yesem dahi girmeyeceğim dizlerim kopuyor, sırtımda kaya olur da ölmezsem, durmayacağım.”
Zafer Açıkgözoğlu’nu hatırlıyor musunuz? Ben hiç unutmuyorum, yanlış anlamayın hiç tanışmamıştık fakat bir fotoğrafı ve bir de son cümlesi aklımdan çıkmıyor. Zafer 2013’te İÜ Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde taşan kanalizasyonun su bastığı laboratuvarı temizleyen taşeron işçilerden birisiydi. 26 yaşındaydı, o temizlik esnasında eline bir şırınga battı. Görevi olmayan bir işi yaparken eline batan o şırınga ona Hepatit B bulaştırdı ve bir yıl içinde vefat etti. Çalışma şartları yüzünden vefat etti Zafer ve ihmalden. Ölmeden önce yazdığı son mektupta şöyle seslenmişti, unutamıyorum…
“Biliyorum arkamdan iki gün ağlayıp üçüncü gün unutacaksınız. Hayatınıza hiçbir şey olmamış gibi devam edeceksiniz. Benden önce her sene ölen bin 500 işçi gibi. Soma’da ölen 301 maden işçisi gibi.” Zafer haklı, unuttuk, unutacağız hafızasız bir toplumuz biz. Önce kuyuya düşer, sonra kuyuyu kapatırız. Önce elektriğe kapılır sonra tesisatı yenileriz. Depremde yok olur, depreme dayanıklı evler inşa ederiz. Biz pasif, edilgen ve uyuşuk insanlarız.
ÖMER GİRGİN
Öyle olacak ki geçen hafta sonu Kocaeli’de, bizim şehrimizde 15 yaşında bir çocuk işçi okulda değildi çırak olarak çalıştığı kaportacıda vefat etti… İsmi Ömer Girgin. Ömer’in Zafer gibi bir son mektubu bile yoktu. Kala kala son bir sosyal medya postu kalmış “ödeşmeden bitmez bu ömür” diyor Ömer orada. Ömer fakir bir aile çocuğu, kalıtsal fakirlik dediğim şeyin temsilcisi. Ödeşmek istiyordu hayatla fakat düzen buna izin vermedi. Ömer okulda olması gereken çağda çıraklık yapmak zorunda olduğunu biliyordu. Dayısı bir gazeteye şöyle demiş, “Annesi 'Oğlum okula git bırak sanayide çalışmayı istersen' dedi ama fayda yok ki... Ömer farkındaydı her şeyin. Çalışmak zorundaydı. Eve ekmek getirmesi gerekiyordu. Çalışmasa kira ödenemeyecek belki, mutfağa ekmek alınmayacaktı. Yaşından büyüktü Ömer. Sanki kocaman bir adamdı. Annesine okuyamacağını ve çalışmak zorunda olduğunu söylemişti. Sanayiye girdi. Okusam ne olacak demişti bir keresinde. Diplomamı alıp işsiz kalacağıma şimdiden girip iş öğrenirim demişti.”
Yani Ömer her şeyin farkındaydı, olayı çözmüştü. Kalıtsal olarak, yani neredeyse genetik olarak yoksuldu. Ömer’e başka bir şans tanınmış mıydı sanki? Fakir doğmuş, fakir ölecekti. Kaportacıda sabah işe geldiğinde sobayı tutuşturmak isterken döktüğü tiner sonu oldu, soba patladı. Ömer’in küçücük bedeni 11 gün dayanabildi sadece, şimdi Ömer diye biri yok artık hayatta. Ömer ödeşmeden ayrıldı bu dünyadan…
Ben Zafer’in ve Ömer’in hikâyesini bir ömür taşıyacağım. Türkiye’yi yaşanabilir bir ülke haline getireceksek hiçbirimizin unutmaması gerekiyor. Unutmayanların ülkesi olması lazım burasının… Çocuğunuzu özel servisine bindirirken mesela Metin gelsin aklınıza. Klimalı, beyaz yaka ofisinizde kahvenizi içerken Zafer’in kanalizasyon basmış laboratuvarı temizleyişi gelsin, sonu olacak şırınganın parmağına batışı. Harekete geçin, neyi değiştirebilecekseniz onu değiştirin. Hayata katılın, kendi alanınıza çekilmeyin; Zafer’i ve Ömer’i unutmayın, ben unutmayacağım…
“biliriz dünyadaki yorgunluk habire mızraklanır
dağlarda gürbüz bir ölümdür bizim arkadaşlarınki
pusmuş bir şahanız şimdilik, ne kadar şahan olsak
ama budandıkça fışkıran da bizleriz
ölüyoruz, demek ki yaşanılacak...”-yıkılma sakın, ismet özel.