Sınıf mücadelesinin ruhsal alanı/Ruhsal alandaki sınıf çatışması - Aslı Odman, Baran Gürsel, Eylem Akçay ve Murat Çakır ile söyleşi

Pandemi, yalnızlaşma, ekonomik çöküntü, işsizlik, örgütsüzlük, belirsizlik, geleceksizlik... Genç intiharları, kadın intiharları, işçi intiharları, işyeri intiharları, işsizlik intiharları... 2020 başından beri gittikçe kırılganlaşan varoluşumuzla zihnimizi, bedenimizi kemiren tecrübeler, endişeler, tanıklıklar... Çalışma acısı ve intiharlar gibi geniş, üzerinde düşünmesi ve konuşması zor toplumsal, siyasal, etik meseleye derinlemesine bir giriş yapıyor, Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği (TODAP) üyesi Baran Gürsel, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi Sözcüsü Murat Çakır, İSİG Meclisi gönüllüsü ve Türk Tabipleri Birliği (TTB) Pandemi Çalışma Grubu üyesi Aslı Odman ile Plaza Eylem Platformu’ndan Eylem Akçay’ı dinliyoruz.

CHP Ankara Milletvekili Gamze Taşcıer 2021’nin ilk aylarında sıradan bir basın taramasıyla ulaştığı sonucu açıklayarak intiharların arttığı uyarısında bulunmuştu: “Ocak ayında 94, şubatta 99, martta 112, nisanda 129 intihar sonucu ölüm…” HDP Emek Komisyonu’nun “Emek alanına ilişkin gündem ve hak ihlalleri” başlıklı raporuna göreyse 1 Ocak-30 Ekim 2021 arasında ekonomik nedenlerle bağlantılı en az 104 intihar girişimi sonucunda 76 kişi hayatını kaybetti. İntiharlarla ilgili bu sayısal verileri nasıl yorumlarsınız?

Baran Gürsel: İntiharlar toplumsal ilişkilerin sıkıştırıcı, baskılayıcı, tahripkâr niteliklerinin güçlenmesi, onarıcı, yaratıcı, dönüştürücü niteliklerinin silikleşmesi ve bunlara karşı yapabileceklerimiz üzerine bizi düşünmeye sevk ediyor. İntiharların bir tırmanışta olduğunu kendi adıma ne teyit edebilirim ne de reddedebilirim. Ama her koşulda, intiharların uyarısını duyuyoruz. Bunu duyduktan, hissettikten sonra, mesele üzerine kolektif ve özenli düşünme sorumluluğumuz da başlıyor. Siz de böyle düşünerek bu söyleşiyi organize ettiniz sanırım. İntiharlar konusunda bazen bireysel ve kolektif kaygılarımızla –ki bazıları politik görünümde de olabiliyor– hızlıca çıkarımlarda bulunabiliyoruz, bulunmak da istiyoruz. Ama bence intiharları bireysel deneyimler (acı ve arayış) ile toplumsal ilişkiler (ilişkilerin baskılayıcı veya dönüştürücü özellikleri) arasındaki bağlantıyı daha sistematik bir şekilde düşünmenin güçlü gerekçeleri arasına katmalıyız.

Sistematik düşünmeden kastınız ne?

Gürsel: Sistematik derken, politik, etik, bilimsel ve ruhsal özeni, yani sabrı, arzuyu harmanlamayı kastediyorum. Bu bana göre, hayatını kaybedenlerin ve hayatta kalanların deneyimlerini ve öznel dünyalarını sayılara, “çarpıcı” yönlerine veya kendi kaygılarımızla atfettiğimiz nedensellik formüllerine hapsetmekten biraz olsun uzaklaşmanın ve herkesin öznelliğine izin verecek bir toplumsallığı tasarlamanın da bir yolu. Bu, kapitalist politikalar ve içine sıkıştığımız açmazlar arasında var olan bağlantıların görülmesini engellemez, ertelemez, aksine, onları düşünülebilir, dolayısıyla dönüştürülebilir hale getirir. Elbette belli nedensellik ilişkilerinin peşindeyiz –örneğin çalışma zorunluluğuyla ruhsal gerilimler arasında– çünkü herkesin nitelikli hayatlar sürmesi için toplumda değiştireceğimiz şeyleri arıyoruz. Bu nedensellikler üzerine kafa yorduğumuz kuramsal ve örgütsel zeminleri tartışa tartışa, kendimizi birbirimizden yalıtmadan, sürtüşe sürtüşe yeniden oluşturmalıyız.

İntihar vakalarındaki sayısal verilerden hareket etmek ne gibi hata ve eksikliklere yol açabilir?

Aslı Odman: İntihar hakkında düşünmek ve konuşmak zor iken, intiharı bütünsel bir toplumsal analizin parçası haline getirmeye çalışmak bundan da zorlu ve pek çok tuzak içeriyor. Baran’ın intihar sayılarını ve artışı merkeze alarak yapılan çıkarımlara getirdiği eleştiriye ve yaptığı davete katılıyorum. İnsanın kendine döndürdüğü şiddet olan intiharda, toplumsal olanın, toplumsal şiddetin izlerini ararken, sayıları değil ilişkileri ve illiyet bağlarını merkeze almalıyız. Sayılar kendi başına bir nedene ve faile işaret ediyormuş gibi yapamayız. İntihar kategorilerini tasnif eden kurumları analize katmamız gerekiyor mesela. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) Sağlık ve Sosyal Koruma başlığı altında tuttuğu Ölüm ve Ölüm Nedeni İstatistikleri kategorilerine bakalım: Aile geçimsizliği, geçim zorluğu, hastalık, hissi ilişki ve istediği kişiyle evlenememe, öğrenim başarısızlığı, ticari başarısızlık ve toplamın yüzde kırkından fazlasını kaplayan bir kocaman “bilinmeyen” ile “diğer” kategorisi var. Bu arada, intihar verilerinin mesela ABD ya da Fransa’da olduğu gibi, meslek/sosyoprofesyonel durum, çalışma statüsü, etnisite/ırk/doğum yeri ya da gelir seviyesine göre tutulmadığını da hatırlatalım.

Siz de İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi gönüllülerindensiniz. On yıl içinde iki kez işyeri intiharları ve çalışma kaynaklı intiharlarla ilgili rapor yayınladınız. O raporlar da bir “sayı” üretmiyor mu?

Odman: Bir yanıyla haklısınız. Fakat İSİG Meclisi’nin tasnif kategorileri TÜİK’inkilerden farklı. TÜİK’inkiler arasında “çalışmaya” en yakın düşen alt-başlıklar olan “geçim zorluğu ve ticari başarısızlık” kategorilerinin alt raporu da değil. Raporları isim, yaş, yer, cinsiyet, meslek, etnisite olarak ayrıştırarak veriyor İSİG. Rapora aldığı “çalışma kaynaklı intiharları” da ulusal, yerel, internet basını ve sosyal medyaya yansıyan intihar haberlerinden çekerek alıyor. Çalışma ve intihar arasındaki ilişkileri kendi içinde sürekli tartışıyor, hangilerinin çalışma kaynaklı intihar olduğuna dair düşünüyor. Yani İSİG’in intihar haberleri içinden “çalışma/iş kaynaklı intiharları” çekip rapora alma kriterleri, amacı ve “bakış” tarzı farklı. Bunları her şeyden önce intihar ile çalışma/çalışamama koşulları arasındaki ilişkileri kuracak köprü bir kavramın oturması, yani kişinin kendine dönen ani, geri dönüşsüz şiddeti ile doğallaştırılmış kapitalist iş organizasyonu kaynaklı yavaş şiddet arasındaki ilişkileri tartışılabilir kılmak için yapıyor.

Çalışma kaynaklı intiharlar psiko-sosyal risklerin en uçtaki şiddet şeklini teşkil ediyor. Çalışma veya çalışma dünyasından dışlanma kaynaklı stres en şiddetli, kuşatıcı stres şekillerinden biri. Alamet-i farikası krizler ve “sermaye biriktirici yıkım” olan kapitalist toplumlarda, çalışma stresi çalışmanın kendisi kadar vazgeçilmez, kesintisiz ve kesif.

“Çalışma kaynaklı intihar” Fransa, ABD, İtalya gibi ülkelerde ceza hukuku üzerinden verilen mücadelelerle (France Télécom intiharları, Renault, Foxconn/Apple intiharları bunlardan yalnızca birkaçı) sadece söylemsel ve sosyal değil, aynı zamanda bir hukuki mücadele kavramı haline de gelmiş. İşyeri intiharları (workplace suicides), çalışma kaynaklı intiharlar (les suicides liés au travail) başlıkları altında intihar verileri içinde “işe bağlı intihar” verileri de resmi istatistiklerde tutulur olmuş. Mesela ABD’de US Bureau of Labor Statistics (ABD Çalışma İstatistikleri Departmanı) 1992’den beri tüm eksikliklerine rağmen, işyeri intiharı verilerini tutuyor. Gene ABD’de pandemi nedeniyle adını sık sık duyduğumuz CDC (Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi) intihar eden tüm nüfusu sosyoprofesyonel kategorilere göre ayırarak, intihar eğilimi ve meslek içi intihar önlemleri alanında kullanılabilecek bir veri sunuyor.

Türkiye’de de İş Sağlığı Güvenliği ve Sosyal Sigortalar Kanunu’na göre işyeri sınırları içinde, iş nedenli seyahatlerde ve işyerine gidip gelirken yaşanan intiharlar “iş kazası” olarak tanımlanmış. İşyeri sınırları dışında gerçekleşen, ama işe bağlı olma ihtimali yüksek olan intiharlar çalışma koşullarıyla, mobbing, tükenme, yıldırmayla ilişkisi açıkça intihar mektubunda işlenmiş olsa bile resmen “işyeri intiharı” yani “işe bağlı ölümlü kaza” olarak henüz hukuken tescil edilmedi. Oysa kayıt sürecini tetikleyen bu fiili hukuki mücadeleler. Türkiye’de henüz buna tekabül eden bir mücadele, bilgi, veri yok elimizde. İSİG bunun da ön bilgisini aktarıyor ve bir alan açılmasına katkı koymaya çalışıyor bu raporlarla. Türkiye’deki çalışma koşulları üzerinden yürüyen hukuk mücadelelerine bir davet yapmaya da çalışıyor. Yani, yaptığımız daha çok niteliksel bir çabanın niceliksel ürünleri. Kapitalist çalışmanın önlenebilir ve değiştirmemiz gereken ölümcül hasarlar bıraktığına dair bir tespit ve bu sistemin arkasında bıraktığı enkaza bakma çabasının bir parçası aslında çalışmalarımız. Kapitalizmi ölümlülük üzerinden düşünmeye bir davet.

İnsanların intihar vakalarının arttığını düşünmeleri yaşadıkları sorunların toplumsal yapıyla ilişkisini tarif edebilir olmaları anlamına geliyor. Kapitalist yapının ruhsallıkla didişmesi ve tüm tepkileri bireysel düzeye itelemesi karşılığını alıyor da diyebiliriz. Şahit olunan intiharlar insanları borç, işsizlik, yoksulluk gibi durumları içinde yaşadıkları bir doğa olarak görmeyi reddetmeye, onları birer fail olarak tanımlamaya çağırıyor.

“Çalışma acısı” diye tanımladığımız üst kavram sadece “kaza” adı verilen iş cinayetleri ve zamana yayılmış iş cinayetleri olan meslek hastalıklarıyla sınırlı değil. Çalışma ile ruhsallık, çalışma ile psiko-sosyal hasar arasında çok güçlü ilişkiler var. Çalışma kaynaklı intiharlar psiko-sosyal risklerin en uçtaki şiddet şeklini teşkil ediyor. Çalışma veya çalışma dünyasından dışlanma kaynaklı stres en şiddetli ve kuşatıcı stres şekillerinden biri. Alamet-i farikası krizler ve “sermaye biriktirici yıkım” olan kapitalist toplumlarda, çalışma stresi çalışmanın kendisi kadar vazgeçilmez, kesintisiz ve kesif. Ama radyoaktivite, asbest ve toksik tozlara maruziyet, göçükte, vinç altında kalma, yüksekten düşme, işe giderken trafik kazasına uğrama kadar “elle tutulur” değil. İntiharda kamu hukuku açısından görünür “fail” çalışanın kendisi. Ama zaten kapitalizm fail şahısları aşan bir kurumsal örgütlenme, sembolik şiddet ve failliklerin karmaşık bir görünüm arz ettiği iş organizasyonu, bir “sistem” demek değil miydi? Çalışma acısına bakan bir müdahil araştırmacı olarak, intihar sayılarına ben de bu pencereden bakıyorum. Sayılarla konuşmaya başladığımız için önce bunları söylemek istedim. Evet, ekonomik ve bununla iç içe geçen politik kriz zamanlarında intiharların arttığı sık sık gösterilmiş bir olgu. Teyit.org dünya ve Türkiye’de intihar verilerinin gelişimine dair üç bölümlük bir seri yayınladı. (1, 2, 3) AKP rejimi dönemiyle kısıtlarsak, son 20 yılda nüfus artışını ve hele hele vatandaş olmayan mülteci nüfusunun da bu nüfusa eklendiğini düşünürsek, resmi intihar mutlak sayılarının artıyor olduğunu, ama nüfusa oranlı intihar hızının 2000 ve 2020 senelerinde neredeyse aynı olduğunu görürüz. Sırf resmi rakamlar ve varsayılan artış ile bizi intiharlara daha fazla bakmaya yöneltecek bir durum var diyemeyiz. İşte tam da bu yüzden rakamlar ağırlıklı veya sırf rakamlarla toplumsal niteliklerde, çelişkilerde, şiddetin şekil ve boyutundaki dönüşümü çalışmanın, toplumsal eleştiri yapmanın zaafları görünür oluyor.

İSİG Meclisi’nin nisan başında paylaştığı işyeri intiharları odaklı rapora göre son sekiz yılda 502 emekçi intiharı yaşanmış. Buradaki “tasnif” neye göre, nasıl yapıldı?

Murat Çakır: İşyeri ya da işe bağlı intiharlar açısından konuşursak, yıllara göre yükselen bir eğri yok. Son beş seneye bakalım mesela. 2016’da en az 89, 2017’de 86, 2018’de74, 2019’da 80, 2020’deyse en az 75 işçi işyeri içinde ya da işyeri dışındaysa da işe bağlı olarak intihar ederek yaşamına son vermiş. Bu ölümler işyerinde ya da işe bağlı gerçekleştiği için rapora dahil ettik. Fakat aynı dönemde işyeri dışında gerçekleşen en az 10 katı kadar intihar var. Bu intiharların çok azının işle bağlantısını kurabiliyoruz. Daha fazlasının da ilgisi olabilir, ama tespit etme imkânımız yok.

Eğitim seviyesi ne kadar yüksekse intihar oranının o denli yükseldiğine dair bir veri var elimizde. Eğitim ve büro işkollarında, memur ya da yönetici düzeyinde yaşanıyor bu intiharlar. Yine elimizdeki veriler üniversite mezunlarının mobbing nedeniyle de intihar ettiğine işaret ediyor. “Ne oldu da intihar etti, okulu bitirmiş neden intihar ediyor” deniyor. Bunun sosyolojik ve tıbbi yönleri var. Biz daha çok sosyolojik yönünü konuşuyoruz, ama tıbbi olarak da hekimler izah ediyor; birçok kişi muhakeme yeteneğini kaybediyor mesela.

Raporu hazırlarken ne gibi kısıtlılıklarla karşılaştınız?

Çakır: TÜİK’in 2002-2019 verilerine göre 53 bin 425 kişi intihar etti. Bu intiharların 4 bin 801’inin “geçim sıkıntısı kaynaklı” olduğu belirtiliyor. TÜİK verilerini ayrıntılı inceleyince geçim sıkıntısı kaynaklı intiharların emekçiler olduğu sonucunu çıkarıyorum. Ancak bizim İSİG Meclisi olarak TÜİK gibi kapsamlı veriye ulaşma şansımız yok. İmkânlarımız daha sınırlı ve bu yüzden “en az” vurgusunu yapıyoruz. Fakat diğer yandan, elimizdeki bilgiler daha “sahici” çünkü işçi intiharlarını kimlik bilgileri, tarihleri, olay yerleri ve olası nedenleriyle sınıf cephesinden bir bakışla tasnif edebiliyoruz.

Bir insanın fakir olduğu için intihar ettiğini söylemek ne kolaydır ne de doğrudur. Kişi fakir olduğu için değil, mesela kendini fakirliğe düşürdüğü için intihar ediyor olabilir. Buna bir erkek olarak kendisinden bekleneni yerine getirememesini, eşine karşı mahcup olmasını, babalık görevini yapamamasını ekleyebilir. Ajitatif “fakirlikten öldü” tespiti vakanın benlik boyutunu görmezden gelir.

İSİG Meclisi işçi intiharları raporunda “son 8 yılda en az 502 işçi intiharı var” derken, bu intiharların ya işyerinde olmasına ya da iş süreçleriyle alâkalı olmasına dikkat etti. Ancak, raporun kısıtlarından biri burada karşımızda çıkıyor. 502 intiharın yarısının nedenini bilmiyoruz. İşyerinde olan bütün intiharları hukuki tanıma yani 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’na uygun olarak rapora dahil ettik. Çünkü işle alâkalı olmasa da işveren onun önlemini almak zorunda. İşyerinde veya iş sürecinde gerçekleşen bir intiharın iş kazası olması, işverenin de bu olaydan zorunlu olarak sorumlu olduğu anlamına gelmiyor. Ne kadar işle alâkalı bilmiyoruz. Diğer yandan her işsiz intiharını işle bağdaştırma imkânımız da yok. “İşsizlikten kendini yaktı” deyince onu bir iş cinayeti kavramı içine alamıyoruz her zaman. Mesela, kamusal alanın tasfiyesinden dolayı ataması yapılmayanları (örneğin öğretmenler) ayrı bir kategori olarak alıyoruz. Yine işten çıkarılma sonucu intihar edenler var… İşsizlik intiharları daha fazla olabilir, bilemiyorum. Her borçtan dolayı intihar edeni de iş intiharına alamıyoruz.

İş süreçlerinden kastınız ne?

Çakır: Biri mobbing. Mobbing sonucu işyerlerinde de evlerde de intiharlar yaşanıyor. İkincisi, işsizlik. İşsizlik intiharlarını da işyeriyle bağlantılı olarak kurduk biz. İşsizlik öyle bir şey ki, işten çıkarılma ya da işsiz kalma kişiyi intihara sürükleyebiliyor. Üçüncüsü de borç. Çiftçilerden örnek vereceğim. HDP’nin yüzde 70-80 oy aldığı Mardin Kızıltepe gibi bir yerde de, CHP’nin yüzde 70-80 oy aldığı İzmir’in bir ilçesinde de çiftçiler tefecilere mahkûm olmuş halde. Bu durum AKP ve MHP’nin egemen olduğu bölgelerde zaten uzun yıllardır mevcut, o yüzden örnek bile vermiyorum. Banka bu insanları ayrı soyuyor, tefeciler ayrı. Çiftçiler öyle durumlara düşürülüyor ki, şubatta Van’da çiftçi bir baba-oğul intihar etti. Eğer bu bağları kurabiliyorsak “işyeri intiharı” kavramını kullanabiliyoruz. TÜİK verilerindeki 53 bin 425 intiharın 4 bin 801’i köken olarak işçiyse, bahsini ettiğimiz bağlar vardır, ama büyük çoğunluğunda bu bağı kurma imkânı yok. Çünkü ölümlerin çoğu salt bireysel nedenlere bağlı olarak yansıyor basına. 35 yaşında ataması yapılmamış bir öğretmen var, nişanlı, ama evlenip bir gelecek kuramıyor. Bu yüzden nişanlısıyla kavga ediyor ve işin sonu intihara varıyor. Biz basında bunu, “nişanlısıyla kavga edip intihar etti” diye görüyoruz, ama esasında iş süreciyle alâkalı.

Gürsel: Bir işçi intihar ettiğinde ardında mektup bırakıyor. O mektubu okuduğumuzda bir şeyler seziyoruz. Bunlar bize o intiharın güvencesizlik, yoksulluk, borçluluk ya da kötü çalışma koşullarından kaynaklandığını düşündürüyor. Ama kurduğumuz bu bağlantı bir sonuç değil, bir başlangıç kabul edilmeli. Bu başlangıçla, görece nihai çıkarım arasında bir mesafe olmalı ve bu mesafeyi da korumalıyız. Bu nedenle “kesin bilmiyoruz” noktası, bir düşünme alanı aslında. Bu alanı düşünmeye, çalışmaya, kolektif, örgütlü, yaratıcı yorumlamaya açabilmek büyük bir ihtiyaç. Diğer türlü o alan kapitalizmin hegemonyası veya aceleci çıkarımlar tarafından, işçi öznelliğini de belli açılardan yok edebilecek şekilde kapatılabiliyor. İhtiyacımız olan şey, “aciliyetin” ayartısına biraz direnebilmek.

Çalışan intiharlarındaki artıştan söz ederken ortak noktalar olarak sıklıkla işaret edilen mobbing, borç, işsizlik, yoksulluk gibi motivasyonlar intiharları açıklamakta yetersiz mi?

Eylem Akçay: İntiharların gerçekten artıp artmadığını bilmiyorum. Bir benzetme yapmama izin verirseniz, taciz vakalarında olduğu gibi, görünürlüğün arttığını düşünmek bana daha elle tutulur geliyor. Nasıl taciz önlenebilir bir şey olarak görülmeye ve vakalar daha görünür olmaya başladıysa, intihar vakalarında da toplumsal tetikleyicilerin var olduğu kabul edilir oldu. İnsanların intihar vakalarının arttığını düşünmeleri ve bu konuda toplumsal düzenleme talep etmeleri, bir yandan da yaşadıkları sorunların toplumsal yapıyla ilişkisini tarif edebilir olmaları anlamına geliyor. Kapitalist yapının ruhsallıkla didişmesi ve olası tüm tepkileri bireysel düzeye itelemesi karşılığını alıyor diye de düşünebiliriz.

Şahit olunan intiharlar insanları borç, işsizlik, yoksulluk gibi durumları içinde yaşadıkları bir doğa olarak görmeyi reddetmeye, onları birer fail olarak tanımlamaya çağırıyor ister istemez. İntihar eğilimi olan insanların kurtuluşuyla, herhangi bir bireyin bireysel kurtuluşu arasında ortak bir çıkar ve ilginin oluştuğunu söylemek mümkün. Bunlar intihara şahit olan (bizlerin) açısından yapılabilecek tespitler. İntihar eden açısından bu kadar kolay tespitler yapılamaz, yapılmamalıdır da. Örneğin, bir insanın fakir olduğu için intihar ettiğini söylemek ne kolaydır ne de doğrudur. Kişi fakir olduğu için değil, mesela kendini fakirliğe düşürdüğü için intihar ediyor olabilir. Buna bir erkek olarak kendisinden bekleneni yerine getirememesini, eşine karşı mahcup olmasını, babalık görevini yapamamasını ekleyebilir. Ajitatif “fakirlikten öldü” tespiti vakanın benlik boyutunu görmezden gelir, cinsiyet eşitsizliği boyutunu ise olumlamak durumunda kalır.

İntiharlara şahit olma durumu önemli. Bir olaya doğrudan şahit olan kişi olayın dehşetini içinde yaşar, hisseder. Bir haber ya da sosyal medya mesajı üzerinden dolaylı yollardan intihara şahit olan bizler o ölümlerden nasıl etkileniyoruz? Şahit olanın sorumluluğu nedir?

Akçay: İntihar edenle intihara şahit olan arasında bir açıklık var. Mesela, son dönemde medyaya mektubuyla birlikte yansıyan intiharlar yoksulluk ya da sosyal nedenler üzerinden okundu. Oysa baktığımızda intihar mektubu tersini söylüyordu. Örneğin, “intihar etmek istiyordum, nasip bugünmüş” diyordu biri. Aksine, bir set çekiyordu: “Şu an yaşadığım sosyal sorunlarla ya da şu veya bu insanla alâkalı değil.” Yani ortada bir mektup var, mektup başka bir şey diyor, ama hepimiz inanıyoruz ki, en azından sosyal medya camiası, sosyal bir mesele bu insanın intiharına sebep olmuş. Bunun anlamsız olmadığını düşünüyorum. Şahit olanın intihara bakışıyla intihar edenin davranışı arasındaki açıklık bu, koşullarla bireyin öznelliği arasındaki açıklık değil. Birey intihar etme davranışını gösterdiği zaman onun için o koşullar bir bütünlük içinde, birbirinden ayrılıp belirmiyorlar. Onu, içinde bulunduğu birçok şey intihara sürüklüyor. Ama biz, intihar olayı gerçekleştikten sonra ona şahit olanlar, diyoruz ki, “fakirdi, o yüzden oldu.” Şahit olduğumuz intiharın bizim hayatımıza hiç değmeyen ve toplumsal süreçlerle hiç ilgisi olmayan bireysel bir tavır olarak görülmemesi kötü bir şey değil elbette. Ama bahsettiğim farkı koruyamadığımızda düşüncelerimizle ve kendi süreçlerimizle şahit olduğumuz intihar olayının gerçekliği arasında bir fark olmadığını, ne olup bittiğini tümüyle anladığımızı zannediyoruz. Bu bir çeşit kaçış hareketi gibi görünüyor bana. Biz şahit olanlar için intihar bir yük, vicdani bir yük. Sadece bu yükten kaçmıyoruz, kendi zorlu yaşam süreçlerimizi de olduğu gibi görmek yerine estetikleştiriyoruz, onlarla gerektiği gibi yüzleşmekten kaçıyoruz.

Marx intiharları ekonomik determinist bir şekilde ele almıyor. Kapitalist toplumsallaşmanın kendini “doğanın yadsıması olan ikinci doğa” olarak sunduğunu, bunun özgür ilişkilerin ve türün kendini, “özünü” gerçekleştirmesinin önüne geçtiğini savlıyor. İntihar ile kapitalizm arasındaki ilişkileri üretim üzerinden değil, yeniden üretim, aile üzerinden kurması da dikkate şayan.

Gürsel: Bir işçi olarak, başka bir işçinin intiharıyla ve onun deneyimini aktaran bir notla, bir haberle karşılaştığımızda bu, bizim zihnimizde de korkular, kaygılar, hayal kırıklıkları, kayıp ve mağduriyet deneyimleri ve türlü düşünceler canlandırabilir. Bu karşılaşmalar bizim için de kolay olmayabilir. Böyle bir durumda, örneğin, o deneyimle aramızdaki düşünsel, duygusal mesafeler ortadan kalkmış gibi hissedebilir ve kendimizi bu türden bir olayın doğrudan parçasıymış gibi deneyimleyebiliriz. Ya da şahit olduğumuz deneyimle aramıza “aşılamaz” mesafeler koymak isteyebilir, kendimizi fiziksel, düşünsel, duygusal olarak ondan soyutlamaya çalışabiliriz. Bir yanda “vicdani yükler”, acı, öfke, utanç, suçluluk bizim için ağırlaşabilir, diğer yanda kayıtsızlık, inkâr, kopukluklar ortaya çıkabilir. Bunlar bizim için biraz, iki kişinin deneyimi arasındaki farkların kaybolduğu, yokmuş gibi yaşandığı durumlardır. Deneyimler, dünyalar, kişiler birbirine karışıyor gibidir ve bu hem yas tutmayı hem de mücadele etmeyi zorlaştırabilir. Dolayısıyla, öncelikle bu bağlamda bir sorumluluğumuz olduğunu düşünüyorum. Düşünme, yaratma, sevme, öfkelenme, yas tutma ve mücadele etme “sağlığımızı” korumak için bu tür zorluk ve karmaşalara karşı uyanık olmak ve birbirimizi kollamaktır. Farkında olmayabileceğimiz bu türden düşünme-duygulanma süreçlerinin içinde fazla kalmaktan bizi koruyan/koruyabilecek bir şey, gerçeğe dokunabilen, hakiki anlamda eşitlikçi ilişki ve örgütlenmelerimizdir. Dolayısıyla, bu türden ilişki ve örgütlenmelerimizi güçlendirmekle yükümlü olduğumuzu düşünüyorum.

Odman: İntihara şahitlik sosyolojinin kurucu anlarından biri esasında. “Modern toplum”, “kapitalizmin” dönüştürücü güçlerinin hem doğa hem coğrafya, hem de bedenlerde daha önce görmediği bir nüfuza, öncesi olmayan bir şahikaya vardığı 19. yüzyılın ikinci yarısında doğan kurumsal sosyolojiye, bu doğumunda “intihar” eşlik etmiş. Karl Marx gazetecilik döneminde intiharlara ilgi duymuş, Emile Durkheim, öğrencisi Maurice Halbwachs… “Modern toplumu anlamak için intiharlara bak” şiarıyla Durkheimcı bir sosyolog olan Bonnafous yüzünü intiharlara dönmüş. Anomali addedilen, türün kendini koruyup, hayatta kalma içgüdüsünün tersine bir davranışta bulunması o andaki toplumsallığa dair ne söylüyor? “Neden intihar ettiler?” ve “neden intihar ediliyor?” sorusu “toplum nasıl işliyor?” sorusundan ve “iyi işleyen”, “sağlıklı”, bazen de öjenist bir toplumsallık idealinden doğmuş. Bunun da bir nevi şahitlik olduğuna, “kurumsallaşmış ve analitik şahitlikler” olduğuna inanıyorum. İntiharın bilgisinde, intihara dolaylı şahitlikte toplumun toplum bilgisini ve vicdanını sarsan ve o yüzden de bir “anomali” olarak sosyolojiyi ilgilendiren bir yan var.

İki kızı da intihar eden Marx’ın intihara bakışı nasıl?

Odman: Marx’ın, daha 30 yaşında bile değilken, henüz 1846’da, restorasyon zamanı Paris polis arşivleri müdürü Peuchet’nin anılarında bulunan “İntihar ve Nedenleri” adlı bir bölüme şerhler düşerek aylık politik bir dergide yayınladığı, daha sonra kitapçık olarak basılan bir metni var. Yakınlarda Türkçeye çevrilmiş.Çok daha sonra iki kızı da intihar eden Marx, bu erken dönemde özellikle genç kadın intiharlarına ve özel hayata yoğunlaşarak alıntılamış Peuchet’yi. Kapitalist burjuva aile modelinde kadınların üzerindeki eril baskılar ve yabancılaşma arasında ilişkiler kurmaya çalışmış. Sınıftan çok toplumsal cinsiyet ilişkileri üzerinden, çalışma yerleri ya da ekonomi değil, özel hayat üzerinden, doğadan ve türden yabancılaşmayı ele aldığı ve bunu yaparken de özellikle proleter olmayan kadın intiharlarını seçtiği bir yazı bu. Burası önemli geliyor bana, intiharları ekonomik determinist bir şekilde, tüm baskı ve sömürü formaları çalışma hayatı kaynaklıymış ve sadece proleterlerin, yoksulların sorunuymuş gibi ele almıyor. Kapitalist toplumsallaşmanın kendini “doğanın yadsıması olan ikinci doğa” olarak sunduğunu, bunun özgür ilişkilerin ve türün kendini, “özünü” gerçekleştirmesinin önüne geçtiğini savlıyor. “Doğal” addettiği kadın-erkek ilişkisinin aldığı şekillere, kadınlara mülkleri muamelesi yapan baba ve koca baskısı karşısında ve istenmeyen gebelik sonrasında intihar eden kadınlara, genelleyerek “aile sisteminin tiranlığına” bakarak anlamaya çalışıyor intiharı. İntiharlarla, daha sonra sistematize edeceği “yabancılaşma” teorilerini geliştirirken, erken ve epey romantik bir doğa ve tarih kavramından etkilendiği dönemde ilgilenmiş. İntihar ile kapitalizm, burjuva toplumun örgütlenme şekli arasındaki ilişkileri üretim üzerinden değil, yeniden üretim, aile üzerinden kurması da dikkate şayan.

Zihin-beden-arzular-bilgi nasıl oluyor da çalışma dünyasında yaratılan toplumsal konumumuz üzerinden özneleşiyor? Kimlik ile çalışma acısı arasındaki ilişkiler neler? Tüm bunları güvencesizliğin, hâkim olduğu, çalışma hayatının hiçbir belirli gelecek sunmadığı, ekonomik ve ekolojik kriz döngülerinin çok kısaldığı bir dönemde konuşuyoruz.

Biraz önce andığınız sosyologların, Durkheim, Halbwachs ve Bonnafous’un intihara yaklaşımları nasıl?

Odman: Türkiye sosyoloji pratiklerini, bağlamı unutulacak kadar mutlak etkilemiş Durkheim’ın İntihar kitabı ilk akla geliyor tabii. Toplumda doğabilimleri modelinden etkilenerek yasalar arayan Durkheim “intiharın toplumsal yasalarını” bulmaya çalışırken, meşhur bencil, diğerkâm ve anomik/kuralsızlık intiharlar ayrımını yapıyor. İntiharların “toplumda kabul edilebilir bir ortalamanın” üstüne çıkmaması için, aile, din, loncalar gibi modern, kentli, laik, endüstriyel toplumsallaşma öncesi sosyalliklerden boşalan yere ve kapitalizmin çıkardığı, aslında kapitalist üretimin kurallarından doğan ekonomik kuralsızlıklara karşı korporatist, tesanütçü, yani solidarist meslek kümelerinin vereceği dayanışmanın öneminin altını çiziyor, mükemmel bir sosyal mühendis olarak. 120 yıl önce Durkheim’ın önerdiği “meslek kümelerinin” kapitalist çalışma ilişkileri tarafından soğurulduğunu, darmadağın olduğunu görüyoruz.

Durkheim’dan otuz yıl kadar sonra intiharların nedeni hakkında yazan, bellek çalışmalarından tanıdığımız Maurice Halbwachs ise hocasının tezleriyle uğraşmış. Durkheim’ın bu “gönüllü ölümler”in bir maksimuma ulaştıktan sonra durulması, uluslararası karşılaştırmada “yoksulluk intihardan korur” ve “evlilik –erkekleri– intihardan korur” tezlerini, ekonomik refah dönemlerinde intiharların artması gibi çıkarımlarını sorgulamış. Esasında, Halbwachs’ın 1930’da yayınlanmış ve henüz Türkçeye çevrilmemiş kitabında, toplumun bireyin içinde bedenselleşmesi tezinin, yani bir nevi daha sonra “habitus” adı verilen kavramın nüvelerini oluşturduğunu, bu yüzden çalışma ve sağlık koşullarına intiharı yaratan fiziksel ve zihinsel şartlar arasında çok geniş yer verdiğini görüyoruz. Yazdığı dönemde, intiharların daha kompleks hale gelmiş sınıf pozisyonlarında daha geniş bir kesime yayılmış olması ve Büyük Buhran‘ın çalışma koşulları ile ruhsallık arasındaki ilişkileri daha da sorgulanır kıldığını düşünebiliriz. Halbwach’ın intihar analizinde, intihar girişimleri de dahil edildiğinden, erkeklerin kadınlardan daha çok intihar ettiğine dair tez de rölativize edilmiş. Halbwachs’ın araştırmasında, kadınlık, yeniden üretim, kapitalist çalışmanın yarattığı eril değerlerle, değersizlik ve umutsuzluk arasındaki ilişkileri sorgularken bize bireysel ve toplumsal olanı karşı karşıya koymadan ilham verebilecek pek çok unsur var.

Galatasaray Lisesi ve Dârülfünûn’da da hocalık yapan Max Bannafous ise Fransız toplumbilimcilerin intihar analizlerini genç Türkiye Cumhuriyeti’ne uygulayarak 1916-26 arasındaki “intihar salgınını” analiz ediyor. Özellikle Türk-Müslüman genç kadın intiharlarının artışıyla bu kesimin yeni kazandığı ama hayata geçirmekte zorluk çektiği özgürlükler arasında bağlantılar kuruyor. Genç Cumhuriyet yönetiminin hem bu sosyal alt üst oluşlara eşlik eden intiharları anlama, hem de toplum sağlığını tehdit eden bir hastalık olarak “verimli kapitalist toplum modelini” öne çıkaracak şekilde lanse etme, en sonunda da basında intihar haberlerinin verilmesini sansür ederek toplum gözünden uzaklaştırma çabaları üzerinden intihara bakışına, Türkiye’de çalışma rejiminin kuruluşuna tanıklık eden bir çalışma olarak düşünebiliriz. Bu tanıklıkta Halbwachs’tan farklı olarak çalışma hayatı ile büyük sosyal dönüşümler arasındaki ilişkinin hiç yer etmediğini görüyoruz. Cumhuriyetin kurucu asabiyecileri Mazhar Osmanlar filan intiharı delilikle ilişkilendirerek toplumsallığın dışına iten yaklaşımı anaakımlaştırıyorlar.

Kapitalist toplumsal düzenleme ruhsallık alanını sürekli üretim ilişkilerine, işçi yönetimine çağırıyor veya bu alanı işgale yelteniyor. İşgalin en etkileyici, ruhlarımızı en çok yaralayan ve gönlümüzü en çok çalan hücum nidası “yaşadığın her şeyden sen sorumlusun” diye çınlıyor. Bunun bir ucu “tek başına dünyayı ve hayatını istediğin şekle sokabilirsin”, diğer ucuysa “sokamıyorsan da suçlusu sensin” manipülasyonlarına çıkıyor.

Biraz önce, “intiharı bütünsel bir toplumsal analizin parçası haline getirmek tuzaklar içeriyor” diye uyardınız ve “intiharda, toplumsal olanın izlerini ararken, sayıları değil ilişkileri merkeze almalıyız” dediniz. İntiharlara bakarken düşülmemesi gerektiğini düşündüğünüz diğer tuzaklar neler?

Toplum bilimleri tarihine kaçtım, farkındayım. Ama, intihara şahitlikte dönemselliğin izini sürmek, nedenini nasılını sorgulamak için şu anda içine çakılı beden ve dönemimizden daha kolay bir alan sunuyor bu. Eğer bireysel olarak cevap verirsem, her şeyden önce şahitliğimizi bekleyenin artık orada olmadığını, açık bir irade beyan etmiş birinin adına, onun iradesinin manası hakkında, onun yokluğunda konuştuğumuzu unutmamamız lâzım. Bir de her tanıklığın, her anlama çabasının bir sorumluluk getirdiğini. İntiharın anlam dünyasının tamamen bireyselleştirilmesine karşı, yine kendi içinde piyasası da olan “yaşam koçluğu” veya “bireysel esenlik, (çalışma) stres(i) kontrolü” yaklaşımına karşı, “çalışmanın psikodinamikleri” yaklaşımına daha yakın hissediyorum kendimi. Daha da geniş sulara açılmaktan –en azından işyeri intiharlarını konuşacağımız bu mülakat çerçevesinde– henüz imtina ediyorum. İlkinde, uzak durmaya çalıştığım ve eleştirdiğim intihar meselesine tamamen metodolojik bireyci yöntemle yaklaşılıyor olması. Tüm intihar edenlerin bireysel intihar kararları, artık patolojikleştirilmese de, psikolojize ediliyor ve bunların toplamı “toplumda intihar fenomenini” oluşturuyor gibi davranılıyor. Anaakım ekonomide “agregasyon”, birleştirme denilen şey. Bir nevi tümevarımcılık. Ruhsallığı bu şekilde bireysel durum, bireysel “başarısızlık” ve esenliğe indirgediğinizde, “öz bakım piyasası” bunun devamı haline geliyor. Bu alanı böyle konuşmayalım diyoruz, bütünsel bakalım diyoruz, o zaman sosyal psikolojinin alanına çekiliyoruz. Burada sırtımız biraz daha sağlam. O yüzden intiharlara toplumsal bakanların analizlerini amaçları, araçları ve dönemsellikleri içinde kavramak anlamlı. “Kurumsal şahitlik” dediğim çalışmaları tekrar bağlamsal ve eleştirel okumak bu yüzden önemli geliyor bana.

Yapısal düzenleme önerilerimizin ruhsal yaşamı dikkate alan, daha şefkatli veya özenli diyebileceğimiz bir yaklaşımı içermesi bir zorunluluk. Böyle bir yaklaşım günümüzde bakım emeğinin toplumsal bir varlık olarak tanınmasını ve kolektif bir çalışma olarak düzenlenmesini, özellikle de bakım işini emek ve mücadele örgütlerinin etkinlikleri arasında saymayı kapsayabilir.

Çalışma hayatı sosyal bilimler alanında epey marja itilmiş bir mesele. Yani sırf intiharlar ile çalışma hayatı arasında bağlantıları aramaya davet değil benim tanıklık önerim; aynı zamanda, bizatihi çalışma hayatına da daha çok bakma daveti. O yüzden intiharın eğer toplumsal olarak izlenebilir, anlaşılabilir bazı nedenleri var ise “bunun hasta eden çalışma koşullarıyla ilişkisi nedir?” diye sorabiliriz. Yani patolojiyi öze atfetme, patolojiyi genel bir toplumsal hale atfetme yerine, iş organizasyonu içerisinde nasıl psikopatolojiler çıkıyor, buna bakmak anlamlı geliyor. Fransa’da “çalışma psiko-patolojileri” kavramıyla çalışan psikiyatrist, sosyolog ve psikologlardan oluşan karma bir grup var. Onlar bu kavramı oluşturan vakaları Türkiye’de Plaza Eylem Platformu’nun yaptığı gibi mücadele, dönüşüm amaçlı kurulmuş terapi, sağalma, iletişim vs. gruplarında derliyorlar. Bunu “klinik sosyoloji”, yani hastanın “yatağına” yakın, hastalık haline yakın bir sosyoloji diye adlandırıyorlar. Vincent de Gaulejac’ın Türkçeye de çevrilen İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum (Ayrıntı Yayınları) kitabı bunun güzel bir örneği. İş organizasyonunun nasıl işlediğini sırf teknik ve ekonomi-politik olarak değil de ancak ruhsallığı da kattığımızda ve dönüştürme çabasını bireysel sağalma, değişme süreciyle sıkı sıkı bağladığımızda daha iyi kavrayabiliyoruz. O yüzden böyle örgütlenmelere dair faydacı bir yanı da var.

Bireyi intihara kadar sürükleyebilecek çalışma acısının oluşması, her türlü emeğin zor görünür yanlarına da işaret ediyor: zihin, bilgi, arzu ve duygulanımlar. Bunlar nasıl sarf ediliyor, nasıl bir ben-şirket haline geliyoruz? Bugün zihin-beden-arzular-bilgi nasıl oluyor da neredeyse tamamen çalışma dünyasında yaratılan toplumsal konumumuz üzerinden özneleşiyor? Toplumsal tanınma nasıl ekseriyetle çalışma hayatındaki toplumsal konumlandırmalara bağlı kılınıyor? Kimlik ile çalışma acısı arasındaki ilişkiler neler? Tüm bunları güvencesizliğin, çalışma hayatının hiçbir belirli gelecek sunmadığı, ekonomik ve ekolojik kriz döngülerinin çok kısaldığı bir dönemde konuşuyoruz. O yüzden, intiharlara tanıklığın toplumsal olması, ruhsallıkla iş ilişkisinin, zihinsel ve duygulanımsal emeğin varlığının bir emaresi. Evet, intihar dünyada var olabilecek en bireysel davranış, belki de en büyük birey olma, özgül olma, kendi olma çığlığı. Biz bunu alıp sosyolojik veya yapılsalcı kapitalizm analizlerimize çerez etmeye çalışıp, gene boğucu determinist kolektivitede eritmeye çalışmıyoruz. Biz kalanlar, tanık olanlar için intiharlarla kurduğumuz ilişkide baskın çıkan “anomali” ve taşkın duygularımızın açtığı büyük alanda ilerlemek için tutunduğumuz dallar bunlar.

Ekonomik kriz ve pandemi sürecinde yaşanan ve “yoksulluk, geleceğe dair umutsuzluk, işsizlik, işçi ya da işyeri intiharları” veya “çalışma kaynaklı intiharlar” gibi başlıklarla anılan ölümleri beraber mi düşünmek gerekiyor, yoksa birbirinden ayırmalı mıyız?

Akçay: Ayırmalıyız. Birleştirmeye çalışmanın bir çekiciliği var, hem bu kaldırması zor olguyu bizim için daha anlaşılır kılıyor, hem de daha propagandif bir etkiyle politik çözüm arayışına vesile oluyor. Ama bu intiharlar üzerine birlikte düşünmek istiyorsak bile kolaycı ve toptancı tuzaklara düşmemeliyiz.

İntihar ve toplum yapısı arasında elbette bir ilişki var, intiharı incelemek toplumu incelemektir. Toplumu bilimin nesnesi olarak kabul etmemiz intihar oranlarını belirleyen yapısal sebeplerin keşfedilmesiyle mümkün olmuştur: Aslı’nın da işaret ettiği gibi, Durkheim’ın 1897’de yayınlanan İntihar başlıklı çalışması sosyolojiye bir bilim hüviyetini kazandıran en önemli çalışmalar arasında ilk sıralardadır. Ancak, intiharın toplum yapısındaki tetikleyicileriyle intihar davranışı arasında dolaysız bir ilişki kurmak çözüm arayışı için yeterli gelmiyor. Çünkü intihar davranışını belirleyen merkezi bir etmen tarif etmek pek mümkün değil. Toplumsal yapıyla ilgili sebepler intihar edenin öznel hayatındaki etmenler arasında kısıtlı bir yer tutabilir. Hatta bu yapısal etmenler çoğu zaman ancak intihar edenin öznel hayatı aracılığıyla intihar davranışının bir parçası oluyor.

“Kapitalizm öldürür”, ama bu teorik hakikat cümlesi somut olgunun ve öznel ruhsal yaşantının rolünü çalmaya yeterli olmaz. En sonda, hatta artık söylenmesi gerekmediği anda söylenebilecek şeyi slogan olarak en başta dile getirmek bir hata.

Biz elbette politika geliştirirken öncelikle yapısal sebepleri ele almak zorundayız. Zaten gücümüz sadece buna, herkesi birden etkilediğini düşündüğümüz insanlar arası düzenlenebilir ilişkileri ve güç dağılımını kontrol etmeye yeter. İkinci olarak, meşru müdahale sınırımız da buradan geçer: Kendi iyiliği için bile olsa kişilerin ruhsal hayatını zorla düzenleyemeyiz veya kimseden bunu talep edemeyiz. Üçüncü olarak, bu alan sorumluluk duygularımızın kapladığı alanla çakışır. Her intiharda az da olsa bizim, diğer insanların payı vardır. Toplumsal ilişkilerimizi nasıl düzenlediğimiz her birimizin ruhsallığıyla doğrudan ve karşılıklı ilişki içindedir.

Bugün toplum yapısının geldiği yerde yapısallıkla ruhsallık arasındaki ilişkiye daha fazla dikkatimizi vermemiz gerektiği düşünülebilir. Kapitalist toplumsal düzenleme ruhsallık alanını sürekli üretim ilişkilerine, işçi yönetimine çağırıyor veya bu alanı işgale yelteniyor. İşgalin en etkileyici, ruhlarımızı en çok yaralayan ve gönlümüzü en çok çalan hücum nidası “yaşadığın her şeyden sen sorumlusun” diye çınlıyor. Bunun bir ucu “tek başına dünyayı ve hayatını istediğin şekle sokabilirsin”, diğer ucuysa “sokamıyorsan da suçlusu sensin” manipülasyonlarına çıkıyor. Bir anlamda bugün sınıf mücadelesinin ruhsallık alanında bir yankısına şahit oluyoruz. Bu yüzden, önerdiğim ayırma işlemini uygularken de bu hücumu kaynaklarıyla birlikte görmemiz, öznelliğin varlığıyla birlikte ruhsallığın toplumsallığını teslim etmemiz önemli. Bu niyetle, intiharlar ve toplumsal/yapısal etmenler ilişkisi üzerine düşünürken ve öneriler/tedbirler geliştirirken birey kademesinin üzerinde bazı kademeler hayal edebiliriz.

Öncelikle, bugün yapısal düzenleme önerilerimizin ruhsal yaşamı dikkate alan, daha şefkatli veya özenli diyebileceğimiz bir yaklaşımı içermesi bir zorunluluk. Böyle bir yaklaşım günümüzde bakım emeğinin toplumsal bir varlık olarak tanınmasını ve kolektif bir çalışma olarak düzenlenmesini, özellikle de bakım işini emek ve mücadele örgütlerinin etkinlikleri arasında saymayı kapsayabilir. Bu özen mevcut bireyselleştirici “tedbir” tasarruflarıyla rekabet ve mücadele edebilmek için gerekli. Bu tasarruflar bireyin varlığını bir sorumluluk ve faillik alanı olarak tanır, ama bunu hızla suçluluğa tercüme eder. Böylelikle bireyin varlığını görmeye ve ona saygı duymaya olan ihtiyacı sömürmüş olurlar.

İkinci bir kademe, işçi intiharları, yoksulluğun tetiklediği intiharlar, işsizliğin ve topluma dahil edilmemenin tetiklediği intiharlar, sağlıkçı intiharları, genç akademisyen intiharları, ataması yapılmayan öğretmen intiharları, bankacı intiharları, çiftçi intiharları, polis intiharları ve benzerleri gibi, belli siyasalar veya düzenleme talepleri etrafında bir araya getirilebilecek ortaklıklar tarif etmek olabilir. Bu birleştirmelerin meşruiyeti bu intiharların birbirine benzemesinden veya aynı sebeplere dayanmasından değil, uygulanacak toplumsal tedbirlerin belli gruplar için birlikte ele alınabilecek olmasından gelir. Gruplandırmalar, intiharın bir bireyin veya ailenin başına gelen kısmi bir trajedi olarak görülmesini engelleyecek kadar geniş, bağlantıları afaki kılarak ipin ucunu kaçırmayacak kadar dar ve kavranabilir tarzda olmalıdır. “Kapitalizm öldürür”, ama bu teorik hakikat cümlesi somut olgunun ve öznel ruhsal yaşantının rolünü çalmaya yeterli olmaz. En sonda, hatta artık söylenmesi gerekmediği anda söylenebilecek şeyi slogan olarak en başta dile getirmek bir hata.

“Kapitalizm öldürür” dediğimizde gizlenen bir gerçeği ifşa ediyor olduğumuzdan emin değilim. Belki biz bu “çıkarıma” bir yorum gibi yaklaşıyoruz, ama insanın yarasına merhem olmuyor, ufkunu açmıyor, onda grupça harekete geçme fikri uyandırmıyor. Kapitalizm insanları ölüme sürüklüyorsa bizim bu şiddet ve kaybın uyarısını, uyarımını yinelemekten daha fazlasını yapmaya çalışmamız gerekiyor.

“Kapitalizm öldürür” ya da “intihar değil cinayet” gibi sloganlar sizce tuzaklı genellemeler mi?

Odman: Böyle hızlı otoban tarzı genellemelere girmemek gerekiyor. Öldürme eyleminin bireysel, bedensel, zihinsel, duygu dünyası ölçeği ile her şeyi kuşatıcı kapitalizm arasında bu kadar düz bir nedensellik kurmak da müdahil anlama faaliyetini anlamsız kılıyor diye düşünüyorum. Ölülerin konuşamayacaklarının, onlar adına söz söyleyip bir anlamlandırma yaptığımızın da farkında olmalıyız. İntihar, “türümüzün kendini öldürme eylemine” bakanlar hakkında söyledikleri açısından çok daha önemli bir olgu. Ben bu mülakata dek, her iş cinayeti raporumuzdan ve her dikkati çeken “işçi intiharından” sonra “hızla bir görüşümüze” başvurduklarında konuşmaktan hep çekindim. Bu alanı tasnif edecek, tanımlamaya yarayacak, uluslararası alanda hukuki mücadelelere somut bilgi aktarımına katkıda bulunacak çalışmaların içinde oldum. Ama soruların altında örtük olarak varlığını hissettiğim cevaplar gibi “kapitalizm öldürür, kapitalizm artık daha da vahşi olduğu için daha çok öldürüyor” demekten imtina ettim. Çünkü bu etik, politik, pratik ve hukuki bir mesele aynı zamanda. Ve çizgisel bir kapitalizm tasavvuruna paralel giden “kapitalizm intiharları artıyor” anlatısında hep tehlike gördüm. Sayılarla ideolojinizi sağlama almaya çalıştığınızda, kapitalizmin bugün, şimdi, şu anda yarattığı bu yıkım türünün diğer yıkım türleriyle ilişkisinin örüntülerini anlayabilmenin mümkün olduğuna pek inanmıyorum. Aynı zamanda, “ekonomi ve çalışma” kavramlarını da müthiş daraltmış oluyorsunuz böylelikle. TÜİK’in kısa yollar kullanarak geliştirdiği hastalık, aile, ruhsal sorunlar, “sevdiğine kavuşamama” gibi kritarlerle, kapitalist toplumlardaki üretim alanında oluşan çelişkiler arasında ilişkiler kurmayı da, bütünsel bir intihar analizini de engelleyen bir paçallama olur bu. Ve her durumda joker gibi kullanılan kavramlarla mücadeleye, dönüşüme yarayan canlı, eleştirel bir kavrayış sağlanamaz. Çalışma kaynaklı intiharlar alanını tanımlarken de her zaman yaptığımız gibi tefrik edeceğiz, tarihselleştireceğiz, güncel toplumsal durumlarla ilişkileri kurmaya çalışacağız. Bunları mücadeleye, kolektifleşmeye eşlik eden bir tartışma olarak öreceğiz. Bir meşru öz veya erek gibi değil. Ve intihara bakanların bakışını da alan analizinin başlangıç noktası yapacağız.

Gürsel: Öncelikle birinin hikâyesine dair rahatça konuşup çıkarım yapmak sınırlarda bir karmaşa olduğu hissi uyandırıyor bende. O halde, Eylem’in tabiriyle “meşru müdahale sınırlarımızı” birlikte tanımlamak için, sınırlarımızı toparlayacak sınıf kurumlarına ya da bu tarz kolektif ortamlara ihtiyaç var diye düşünüyorum. Belli ki, sosyal medya kullanırken de mücadele ederken de bu tür karmaşalar yaşıyoruz ve hızlıca “kapitalizm öldürür” diyoruz. Ve bence şunu da gözden kaçırabiliyoruz: Kapitalizmi işletenler, bu işleyişten çıkar sağlayanlar, kapitalizmin yıkıcılığını çok da gizlemek derdinde değiller. Yani kapitalizmin hegemonyasını tesis ederken yoksunluğu, acıyı, şiddeti örtmeye çalışmaya öncelik vermiyorlar. Bunda değişiklikler oluyor olabilir, ama bu ayrı bir tartışma konusu. Genellikle şiddet çok çıplak, çok da müstehcen bir şekilde ortada duruyor ve deneyimleniyor. Kapitalist “piyasa zorunluluklarının” bu denli yaygınlaştırılmasının bir sonucu da bu şiddeti “örtebilecek” mekanizmaların dağılması oluyor herhalde, ki bu da, örtme/bastırma, örtüyü kaldırma/ifşa etme mücadelesinin yerine ya da önüne başka bir mücadele koyuyor: düşünülemezliğini çıplaklığından alan bir şiddetle baş başa bırakma ve şiddeti etraflıca düşünebilme/düşündürebilme. Burada düşünebilmekten kastım onun var olduğunu kabul etmek değil, varlığını zihinde izole etmeden, belli bir istikrarla, nedenleriyle, sonuçlarıyla, nitelikleriyle, alternatifleriyle birlikte düşünebilmek. Dolayısıyla, “kapitalizm öldürür” dediğimizde gizlenen bir gerçeği ifşa ediyor olduğumuzdan emin değilim. Daha ziyade insanlara şiddetin tekrarı olarak yaşayabilecekleri ya da en azından deneyimlerine yeni bir şey katmayan bir şey söylemiş, sunmuş oluyoruz. Belki biz bu “çıkarıma” bir yorum gibi yaklaşıyoruz, ama o bir yorumun içermesi gereken “sindirimi kolaylaştırma” özelliğinden mahrum. İnsanın yarasına merhem olmuyor, ufkunu açmıyor, ona yeni bağlantılar kurdurmuyor, onda grupça harekete geçme fikri uyandırmıyor. Dolayısıyla, kapitalizm insanları ölüme sürüklüyorsa bizim bu şiddet ve kaybın uyarısını, uyarımını yinelemekten daha fazlasını yapmaya çalışmamız gerekiyor. Kendime ve ilgilenenlere hatırlatmak istediğim bu aslında. Bu bağlamda yola intiharlardan çıksak bile önce düşünme-duygulanma-eyleme çabamızı daha geniş bir alana daha doğru yaymamız gerektiğini düşünüyorum. Yorumları, politik olarak da anlamlı yorumları, ancak bu şekilde inşa edebiliriz.

Düşünme, duygulanma ve eyleme çabasını geniş bir alana yaymaktan kastınız ne?

Gürsel: Bir insanın belli açmazlardan geçip ruhsal şiddeti kendi bedeni ve yaşamsallığına yöneltmeyi tasarlaması ve telafisi imkânsız bir kayıp yaratması konuyu hızlıca bağlamak için değil, olabildiğince açmamız için bir uyarıdır. Bu uyarı öznelliği, onu “kısa vadeli/kısmi” hedefler uğruna bazı öğelerine (öncelikli nedenler, bazı bilinçli düşünceler, ruhsal rahatsızlıklar…) indirgemek gerekli görüldüğünde bile, “uzun vadeli/toplumsal” hedefler uğruna, belirsizliğe de tahammül ederek merak etmeyi gerektirir. Bizi bununla yükümlü kılar. Ve bu sarsıcı uyarı bizi şunları sormaya yöneltir: İşçiler, kapitalist ilişkilerle bağlantılı olarak bilinçli ve bilinçdışı nasıl ruhsal kaygılar, gerilimler, açmazlar yaşıyor, bu esnada nasıl savunma ve özdeşleşmeler geliştiriyor, bunlar ne tür duygu, düşünce ve eylemlerde ifade bulabiliyor? İntiharın kapitalist ilişkilerle bağlantılı gerilim, savunma ve özdeşleşmelerle ilişkisi ancak böyle bir düşünme sürecinde kurulabilir. Böyle bir sürecin parçası olarak kurulan ve kurul(a)mayan bağlantıların da yorum ve politika üretirken anlamlı sonuçları olacağını düşünüyorum.

https://birartibir.org/sinif-mucadelesinin-ruhsal-alani/

Taciz, mobbing, anlam kaybı, mesleki tükenmişlik, işsiz kalma kaygısı, suçluluk hissi... Örgütsüzlük, yalnızlık, dayanışmanın yetersizliği... Güvencesizlikten beslenen bu sisteme insan zihni, ruhsallığı ve bedeninin ıstırap duymadan uyum sağlaması mümkün mü? Baran Gürsel, Murat Çakır, Aslı Odman ve Eylem Akçay’la bu zorlu meseleyi deşmeye devam ediyoruz.

İntiharları “sosyal cinayet” kavramıyla düşünebilir miyiz?

Aslı Odman: Soma, Bozkurt, Çorlu, kentsel dönüşüme bağlı asbestin uzun vadeli etkileri, Hendek, Davutpaşa, mesleki kanserler sonucu kayda alınmadan her sene ölen on binler, depremlerdeki kitlesel ölümler, kapitalist üretimin atıklarıyla kötüleşen hava, kötüleşen su, kötüleşen gıda sonucu kaybedilen ömürler… Bunların hepsi sosyal cinayet. “Kalkınma” adı verilen sistem “kıyım” olmadan işlemiyor. O yüzden “sosyal” bu cinayetler. İşin içinde Ceza Hukuku tabiriyle taammüt, plan, program, hesap kitap, amaçlı bir “iş organizasyonu” var.

Engels’in 1845 tarihli İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu kitabına atıfla kullanılan bu kavramı İngiltere’de, mesela radikal kriminologlar devletin şirketlerin tüketici, işçi ve çevre sağlığına aykırı işlemlerini düzenleme, denetleme ve yargılama alanından çekilmesi bağlamında Thatcher sonrası için kullanıyor. İSİG Meclisi’nin kardeş kurumu Hazard Campaign’in 2018 işçi sağlığı ve güvenliği temsilcileri senelik kongresinde, Open University’den kriminoloji profesörü Steve Tombs’un “sosyal cinayet” hakkında çok etkileyici bir açılış konuşmasını dinlemiştim. Konu Grenfell Tower Yangınıydı. Kolay yanan, ucuz malzemeyle mantolanmış, yangın güvenliği alınmamış, tasarruf tedbirleriyle kuşa çevrilmiş Londra itfaiyesi tarafından zamanında müdahale edilememiş ve 72 kent yoksulunun hayatını verdiği Grenfell gökdelen toplu konutu. “Kapitalist üretim biçimi kaynaklı, devlet destekli, bu yüzden de çarpıcı bir sessizlik ve doğallaştırmayla karşılanan yavaş ve gündelik cinayetler” diye tanımlıyordu bunları. Bu tanımdan yola çıkarsak, binlerce insanın kendine yönelttiği geri dönüşsüz şiddet ile kapitalist üretimin özündeki zor ve şiddetin kirişine işaret etmek için “sosyal cinayet” kavramı bize düşünme ve eyleme yolları açabilir.

Kapitalist toplumlarda “bağımlı emek” yani “çalışma” sistemin olmazsa olmazıdır. Çalışma toplumlarında yaşıyoruz. Bireysel anlam ve toplumsal değer ile kişinin çalışma dünyasında işgal ettiği meslek, iş, ondan doğan statü, gelir arasında çok sıkı bağlar var. Ücret ile toplumsal değer, toplumsal değer ile toplumsal üretimden alınan pay arasında uçurumlar var. Bu yüzden “sosyal cinayet” kavramı bireysel ile toplumsalın, somut iş ile ruhsallığın, şiddet ile hasarın, iş organizasyonundaki kâr amacı ile intiharların öngörülebilirliğine rağmen önleyecek hiçbir ağ kurulmamasındaki taammüt arasında bağları düşünmeye bir davet olabilir. Aslında İSİG Meclisi’nin “iş cinayeti” kavramı da bu şekilde, Engels’in “sosyal cinayet” kavramıyla örtüşüyor. Daha doğrusu, son İşyeri İntiharları Meclis Raporu’nda iş başmüfettişi Şeref Özcan’ın yazdığı gibi, “bir sermaye birikim yöntemi olarak iş cinayetleri rejimi” ile sosyal cinayet kavramının örtüştüğü açık bence. Her ne kadar intiharların büyük bir kısmı bireyin kendine döndürdüğü şiddet olsa da bazı iş/meslek gruplarında benzer emek rejimine ve ücretli emeğin terbiyesi mekanizmalarına maruz kalanların teker teker aynı şiddete uğradığını ve toplu olarak çalışma kaynaklı intiharlar yaşandığını söyleyebiliriz.

“Endüstriyel işçiler üretim etkinliği ile zihinsel yaşamları arasındaki ayrımdan ötürü ıstırap çekmekteydiler, ama bu ıstırap onları işgününün ötesine bakmaya ve ruhsal enerjilerini dayanışma için harcamaya itmişti. Bilişsel işçiler arasındaysa bilhassa güvencesizlik koşullarında dayanışma çok nadir görülür. Herkes kendini yalnız hisseder, rekabete zorlanır ve güvencesizliğin insafına terk edilir.” Franco “Bifo” Berardi böyle diyor. İSİG Meclisi raporunda da kimi haberlerde de Berardi’nin bu tespitini doğrulayan veriler var. Beyaz yakalı ya da memur diyebileceğimiz kesimlerde intihar oranları yüksek. Berardi’ye katılır mısınız? İntiharlarda yalnızlaşmanın ya da yalnızlaştırılmanın etkisini nasıl görüyorsunuz?

Eylem Akçay: Yalnızlık intihar gibi bir sis çanı olmaksızın da bu çağın önemli bir sorunu. Bugün zihinsel yaşamla üretim etkinliği arasındaki farkın kapandığı ve bunun eski tarz dayanışma yöntemlerini kullanışsız kıldığı tespitine katılıyorum. Beyaz yakalılar arasında intiharın artıp artmadığını bilmiyorum. Böyle bir artış varsa bunun nasıl yorumlanabileceğini kestiremiyorum daha doğrusu. Ama “beyaz yakalı intiharları” diye bir kategorinin kurulması bir anlam taşıyor olabilir. Beyaz yakalılar üretim ilişkilerinin ve yeni disiplin tarzlarının yalnızlaştırıcı baskısının bir sembolü olarak görülebilir. Modern kapitalizmin beyaz yakalılara vaadi çok açık ve güçlüydü, ancak geldiğimiz noktada bu vaadin yerine gelmediği gizlenemez oldu. Bugün gençler geçmişin gözde “mesleklerine” sahip olsalar da ebeveynlerinin refah seviyesine erişmekte güçlük çekiyor. Ataması yapılmayan öğretmenler, emeklilikte yaşa takılanlar, “beyaz yakalı” işsizler, çok düşük maaşla çalışmaya razı olan profesyoneller bu başarısızlığın yarattığı bir toplumsal artık oluşturuyor. Parlak bilişim projeleriyle gelen ani zenginleşme küçük bir azınlığın geçici bir şansı olarak kalıyor, güvence hissi vermiyor. Bu gruplara dahil birinin intiharında içinde bulunduğu durumun etkisinin olmadığına inanmak kolay değil. Bu gruplara kimse kendi eliyle girmez. Bu duruma sosyal olarak itildiği açıktır. France Telekom intiharları veya Batman’daki kadın intiharları gibi toplu veya ardışık intiharlar doğrudan toplumsal koşulların katlanılmazlığını işaret ediyor.

Ataması yapılmayan öğretmenler, emeklilikte yaşa takılanlar, işsizler, çok düşük maaşla çalışmaya razı olan profesyoneller başarısızlığın yarattığı bir toplumsal artık oluşturuyor. Bu gruplara dahil birinin intiharında içinde bulunduğu durumun etkisinin olmadığına inanmak kolay değil.

Üyesi olduğum Plaza Eylem Platformu bir süredir böyle ardışıklık içeren intihar ve ölüm vakalarına dikkat çekiyor. Platform Yapı Kredi çalışanı Nadide Kısa’nın, İNG çalışanı Levent Turan’ın, Garanti Bankası çalışanları Şener Yücel ve Ahmet Öncül’ün ve medyada yer bulamamış başka birçok kişinin (bunlar arasında Melike Erdem, Murat Yapıcı, Ahmet Ural, Orhan Çetin, Ercan Özer, Hüsnü Sidar Çiftçi, Bayram Şen Çelik, Sevgi Balcı, Cahit Gündoğdu, Ece Ceyda Güdemek var) ölümlerinin çalışma koşullarıyla ilişkisinin cinayet soruşturması gibi ele alınması gerektiğini savunuyordu. Bu isimler, bir iki sektörde yoğunlaşmış ve çalışmayla ilişkisi açısından şüphe uyandıracak şekilde sağlık sorunlarıyla ve intiharla hayatını kaybetmiş kişilere ait. Bu ölümlerde hem karoshi, karojisatsu gibi çalışmayla ilişkisi üzerinden tanımlanmış ölümlerde olduğu gibi hukuki boyutuyla işverenin ve işletmenin sorumluluğu araştırılmalı hem de genel çalışma koşulları açısından topluma yapabilecekleri uyarılar tespit edilmeli. Çağımız çalışma koşullarının bireylerin özdeğerlerini tespit ve teslim ederken başvurdukları nitel ölçütlerin, ölçülemeyecek özelliklerin tartıya vurulmasından kaynaklanan yaraları tek tek bireylere yüklenemeyecek kadar büyük bir yük oluşturuyor. Çalışanlar arasındaki yıkıcı rekabet, performans baskısı, mobbing gibi hazırlayıcı koşulları ve tetikleyicileri kontrol edecek, bu yükü ortadan kaldıracak, hafifletecek ve paylaşacak toplumsal düzenlemeler yapmak zorundayız.

Plaza Eylem Platformu ruhsal alanın işgaline, ruhsallık ile çalışma hayatı ilişkisine özellikle dikkat çekiyor. Ruhsallık ile çalışma arasında nasıl bir ilişki var?

Akçay: Plaza Eylem Platformu’nun çalışmalarında yalnızlaşma, rekabet, performans/hedef/başarı baskısı ve dayanışma mekanizmalarının çürümesi olgularını ruhsal alanda yaşanan bir sınıf çatışması metaforuyla açıklama eğilimindeyiz. Bu çatışmada beden ve ruh yara alıyor, bazen yaşamını sürdüremez hale geliyor. Bu bağlamda eskisine nazaran artış belirtileri olsa da istatistiki açıdan daha çok kayıp vermiyor olabiliriz, ancak bugün intiharları yaş bunalımları, talihsizlikler ve şahsiyet temelli biyografiler sınırında tutmayıp savaşın bir cephesi olarak görebiliyoruz. Feminist hareketin taciz konusunda yaptığı gibi. Yüzeyde, görünürde iki adım geri atıyorsak derinde kalıcı bir adım da ileri atıyoruz. Ancak bu alanda henüz etkili ve olgun mücadele kurumları gelişmiş değil.

Odman: Geçenlerde sevgili psikolog Eser Sandıkçı’yla bir radyo programında konuştuk bunu. O da bu ikili (ruhsallık-çalışma) arasındaki ilişkinin kurumsal şirketlerce çalışan örgüt psikolojisi tarafından nasıl soğurulduğunu ve eleştirel bütünsel sosyal bilimlerin alanında daha emekleme halinde bile olmadığından bahsetmişti. Ruhsallıkla iş organizasyonları arasındaki ilişkiyi kurmaya çalışırken esasında semantik alanı da kurmaya çalışıyoruz. Bu kadar fazla tanımlama çabası, hâlâ devam eden bu iş organizasyonlarıyla baş etme, anlamlandırma ve değiştirme çabasıyla orantılı esasında. Yani kendine dönmüş bireysel şiddet ile dayatılan toplumsal roller ve hiyerarşi baskısı, toplumsal güvencesizlik ve toplumsal konum ve beklentilerini yeniden üretememenin yarattığı şiddet ve kapitalist toplumun uyandırdığı hayaller, hatta fantazmagoryalar ile çıplak deneyimler arasındaki çelişkinin yarattığı şiddeti tanımlamaya çalışıyoruz. Bu sadece klasik hizmet sektörüne, okumuş orta sınıflara, “beyaz yakalılara” has bir durum değil. Çalışma çok daha kapsamlı bir toplumsal olgu. Hanelerdeki yeniden üretim emeğinden tek başına evden çalışmaya, büyük ölçekli fabrikalarda, çağrı merkezlerinde, lojistik depolarda, tersanelerde sıkıştırılmış veya kitleler halinde taşınarak ve barınarak tarlalarda, plazalarda, okullarda, hastanelerde veya sokaklarda yapılan çalışmaya kadar her çalışma pratiğinde insan olmaktan kaynaklanan beklentiler, umutlar, arzular, hayaller, hayal kırıklıkları, tanınma kaygısı, yani ruhsallık ve zihinsellik çalışma sürecinin parçası. Bu yüzden iPhone monte eden göçmen Shenzenli fabrika işçisi de, geçici koruma statüsünde kaçak çalıştırılan genç mevsimlik işçi de, plazada çalışan bankacı da, sağlıkçı da, polis de, asker de, sokakta çalışan kâğıtçı da, öğretmen de, kamyon şoförü de çalışma koşullarının derinleştirdiği umutsuzluk ve geleceksizlik hissi içinde intihar ediyor. Çalışma süreçlerinden dışlanmış olmak da, yani işsizlik ve çok işlilik de çalışma kaynaklı bir intihar olarak tanımlanıp, bir mücadele alanına çevrilebilir. KHK’lıların seri intiharları bizi bunun hakkında ciddi bir şekilde düşünmeye itti.

Konunun bir de hukuki boyutu var…

Odman: Çalışma hayatı kaynaklı tehlike ve riskler, sağlık ve can kaybı formalize edilmiş bir alan. İşçi işyeri ve iş süreci sınırları içinde intihar ettiğinde bu teknik olarak iş kazası addediliyor. Biz bu teknik tanımı bir hak kazanımı olarak alarak, sorgulamamızı bununla kısıtlı tutmadığımızda ruhsallık ile çalışma arasındaki ilişki alanını tanımlamaya başlamış oluyoruz. Kapitalist doğallaşmış çalışma ilişkileri içinde görünmezliğe itilen bu alanın illiyet bağlarını kurarken de intiharı pozitivist bir biçimde tamamen neden-sonuç silsilesine bağlamaya çalışmamalıyız. Tam da sayısallaşmanın çıktığı iş organizasyonunun yarattığı acıyı görünür kılmaya çalışırken, buna dönüşmeye karşı olmalıyız. İSİG Meclisi’nin çalışmaları bunları da tartışmaya açmaya çalışıyor. Faaliyetini tüm meslek alanlarını ve tüm statüleri kavrayan bir çalışma acısı bütünü içerisinde görmesinin nedeni de bu. İki kelime geliyor aklıma: kayıp veri ve enkaz bilim çalışması. Biz kapitalizmin yarattığı iş organizasyonuna yarattığı kayıplar ve enkaz üzerinden bakıyoruz. Enkazın içerisinde, kendine dönük şiddet olan intiharda, bir yandan da en sonunda kendini öncelemek, kendini başka şeylerin önünde bireyselleştirmek, özneleşmek amacı da görmeliyiz. İntiharın umutsuzluğunda bin türlü umut gizli. Çalışma hayatındaki sırf çalışma saatleri, ücret, işçi sağlığı altyapısı gibi kazanım alanlarına değil de, bu geri dönüşsüz şiddete bakmamızın kökeninde, Benjamin’in tarih yazımı için geriye dönerek arkasındaki yıkıntı üzerine yıkıntı yığan fırtınaya bakan tarih meleği gibi bakma çabamız var. Yıkıntıyı ölçerken de sadece maddi şeylere veya sayılara bakarsak, ruhsallığı ve geri dönmeyecek olanın yasını dışarıda bırakırsak, kendimizle çelişen bir şey yapmış oluruz.

Çalışanlar arasındaki yıkıcı rekabet, performans baskısı, mobbing gibi hazırlayıcı koşulları ve tetikleyicileri kontrol edecek, bu yükü ortadan kaldıracak, hafifletecek ve paylaşacak toplumsal düzenlemeler yapmak zorundayız.

Murat Çakır: İşsizlik, örgütsüzlük ve dayanışma ağlarının zayıflaması demişken, somut bir gözlemim var. 7 Nisan’da Beşiktaş’taki bir eylemde konuşan işçi arkadaşımız, “177 bin işçi Kod 29’dan atılmış, biz eylemde 100 kişiyiz, dayanışmamız bu” demiş, eklemişti: “Yarın patronun villasının önünde eylem yapacağız. İleride bir işçi patronun villasının önünde kendisini yakarsa şaşırmayın.” Direnişteki işçilerin bile aklından çözümsüzlüğe son çare olarak intihar etmek geçebiliyor. Diğer yandan, bir şekilde yan yanayken de iş ruh haline geldiğinde, insanların neler yaşadığını anlayabilmek mümkün olmuyor. Benzer bir konuşmayı alandaki işçilerden biri daha yaptı. 22-23 yaşlarındaydı. Bu insanlar hızla politikleşiyor, hızlı bir dönüşüm içindeler. Bir yaratıcılık ve yıkıcılık barındırıyorlar, ama tahrip kendilerine de dönebilir. Bir gözlemim de intihar sayılarıyla ilgili. Mesela, pandemi sırasında müzisyen intiharları için birden 100 dendi. Sonra iki kişinin daha intihar ettiği, sayının 102 olduğu duyuruldu. Ama bildiğim kadarıyla o kadar ölüm yok. Ama “100 ölüm” denince milletvekili araştırma önergesi verebiliyor, basında haber olabiliyor, gündeme gelebiliyor can kayıpları.

Odman: Açıklama verme kaygısı da şiddetin bir devamı haline gelebiliyor ama…

Çakır: Bu örgütsüzleşmenin bir sonucu aslında. Geleneksel sendikal hareket sona erdi. İşten atılan veya koronadan hayatını kaybeden üyelerine bile sahip çıkamadılar. Toplumda müthiş bir örgütsüzlük var. Pandemi bunu çok net bir biçimde açığa çıkardı. Tüm bunların karşısında bir işçi ne yapabilir? Didiniyor, çalışıyor işçi, ama para bitti, işsizlik var, borç var. İntihar iç içe geçen tüm bu süreçte açığa çıkıyor. Korona nedeniyle eve kapanan ve parası olmayan kişi “sakin ol şampiyon…” diyen adamla karşı karşıya kalıyor. Bütün bunlar birikiyor, çok farklı bir nedende açığa çıkabiliyor.

Hal buyken, nasıl bir örgütlenme olmalı sizce?

Akçay: Bireyin toplumla bağını onaran ve yenileyen bir örgütlenmeye ihtiyacımız var. İşletme ideolojilerinin önerdiği ve hegemonikleşen bağ kurma tarzları yaraları onarmak şöyle dursun büyütme eğilimindedir. Çünkü işletmenin ölçülebilir bir kazancının olmadığı bir toplumsal ilişki hayal edemez veya anlamlandıramazlar. Buna rağmen, emek temelli bir örgütlenmenin yeni bir bağ kurmaya davet etme anlamında rekabet şansı sermaye cephesinden gelen çağrılardan daha düşük. Tersten söylersek, örgütsüzleşmenin aşılması gerekiyor. Örgütsüzleşme sadece örgütlenmenin engellenmesi, yasaklanması ve türlü zorluklarla karşılaşması yüzünden yaşanmıyor. İşçi sınıfının bugüne kadarki örgütlenme birikimi ve kurumları işlevsizleşiyor. Emek kurumlarının çevresinde sermayeninkiler kadar canlılığın olmaması veya canlılığın ancak tepkisel patlamalarla kendini göstermesi, kalıcı ve sürdürülebilir olmaması örgütlenmede yaşanan sorunların bir göstergesi. Ruhsal alandaki kayıplara, yıkıma, enkaza ve ölümlere bakmak bizi canlılığı yeniden ele geçirmeye sevk etmeli, yoksa ölümcüllüğü yeniden yeniden yaşamaktan fazlasına varamayız.

Emek yanlısı kurumların hapsedildikleri ölçülebilir kayıp/kazançlar ve pazarlık alanıyla yetinmemesi, ruhsal alandaki mücadeleyi derinleştirmesi bir cevap olabilir. İntiharların ve onlara atfedebileceğimiz mesajın karşılığında –Buazizi’nin intiharında olduğu gibi– büyük bir toplumsal tepki, patlama beklemek yanlış olur. Zaten fakirlikle veya benzeri toplumsal sorunlarla ilişkili olduğu düşünülebilecek intiharlar yeni olgular değil ve sadece taşkınlık anlarını, patlamaları ifade ediyor da değiller. Aklıma Hilmi Matlisa geliyor. İsmini hatırlayan çıkmayacaktır. 2008 yılında evli olmadan birlikte yaşadığı eşi için yeşil kart çıkartamamış, kadını ve çocuğunu rehin tutan hastanenin ücretini karşılayamamış, bu yüzden SGK önünde kendini yakmıştı. Eskiden gecekondu yıkımlarına intihar girişimleri eşlik ederdi. Belli sektörlerde yoğunlaşan ve bir şekilde işçilerin zaten yetersiz olan “tedbirlere” yetersiz uyum sağlamasına bağlanmaya çalışılan ölümleri de benzer çerçevede ele alabiliriz. Bu ölümlerin tümü, hayatla ölümün, iktidarla tabii olanın, işverenle işçinin bir pazarlığı görünümünü alıyor. Emek cephesinin bu pazarlığı görmezden gelmemesi ve sadece “bardağın taşması” metaforuyla ele almaması gerekiyor.

Yalnızlaşma, rekabet, performans/hedef/başarı baskısı ve dayanışma mekanizmalarının çürümesi olgularını ruhsal alanda yaşanan bir sınıf çatışması metaforuyla açıklama eğilimindeyiz. Bu çatışmada beden ve ruh yara alıyor, bazen yaşamı sürdüremez hale geliyor.

Başlangıç olarak çözüm tahayyülünün, talebin veya bu gerçeği dikkate alacak örgütlenme pratiklerinin temelde şefkatli diyebileceğim bir düzenlemeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Örnek olarak bakıma ve özbakıma mücadele ve örgütlenme içinde bir alan sağlamalı, toplumsal taleplere, çalışma yaşamına dair taleplere bu alanı da dahil etmeliyiz. Ruhsallık ve bakım alanlarını bireysel çözümlere, piyasa içi çözümlere bırakmamalıyız. Ruhsallık alanı bir sınıf çatışması alanı ve bu alanda da mücadele ve örgütlenme zorunlu. Bu alandaki sınıf çatışması kendi kurumlarını hak ediyor. Çalışma yaşamının ruhsallığı dikkate alacak şekilde yeniden düzenlenmesi için mücadele etmeliyiz.

Eğer bir sınıf çatışması alanıysa ruhsallık, o zaman sınıfın bilinç dışına ittiği şeylerden biri de intihar olabilir mi?

Gürsel: Bu konuyu iki açıdan düşünebiliriz: intihar eylemini gerçekleştirmeyi düşünenler ve buna şahit olanlar. Sınıfın (sınıf oluşum ve bozuşum sürecinin) belli aşamalarının –narsisistik, ikircikli, uygar, sembolik-etik– olduğunu düşünüyorum ve her tür sınıf deneyimi ifadesini bu aşamalara göre sınıflandırmaya çalışıyorum. İntihar düşüncesi bize bir yandan kişinin iç dünyasındaki gerilimde bir pozisyona sıkıştığını, sıkıştırıldığını hissettiğini düşündürür. Diğer yandan da kişinin, bu sıkışmanın geriliminden ve yoğun bir güce sahip olan ruhsal dünyadaki “sıkıştıranlardan” kurtulmanın yolunun, bedenin ve yaşamsallığın yok edilmesinden geçtiği sanısına kapıldığını. Dolayısıyla, burada yoğun bir pasiflik deneyimine, bir tür aktifleşme hayalinin eşlik ettiğini düşünebiliriz –ki bu hayalin de güncel gerçekliği dönüştürme amacıyla bağlantısının zayıf olduğunu ve ruhsal yaratıcılığın gelişmesine denk düşmediğini vurgulamalıyız. Bana göre Aslı’nın ve Eylem’in söz ettiği “faillik” ve “özneleşme” ancak böyle bir çerçeve içerisinde düşünülebilir. Bahsettiğimiz deneyim ikirciklidir; kişiye yeni duygular, düşünceler, yollar üretmek üzere bir harman sunmaz, bir çatışma yaşatır. Ben böyle sınıf deneyimlerini, sınıfın ikircikli aşamasında değerlendiriyorum. Bu aşamaya denk düşen deneyimlerin saldırı altında olmaya ilişkin bir kaygıya ek olarak hiyerarşik özdeşleşmelere (duruma göre toplumsal iktidarlarla, şirketle, metayla, devletle, vb.) işaret ettiğini, alternatif hayallere vesile olacak özdeşleşmelerden duyulan yoksunluğa ve ortaklık (ortak deneyim, hikâye, hafıza, gelecek, kader) deneyiminden mahrum olmaya dayandığını düşünüyorum.

Bir de şahit olan işçi açısından düşünelim –ki zaten bunu biraz “şahitlik” başlığı altında konuşmuş olduk. Sosyal medyada, işyerinde, evde, sokakta, sendikada bir işçi olarak bu türden deneyimler yaşayan başka bir işçiyle karşılaşmanın bizim açımızdan da zorlukları olabilir. Bu karşılaşmada zihnimizde korkular, kaygılar, hayal kırıklıkları, kayıp ve mağduriyet deneyimleri ve türlü hayaller canlanabilir. Biz de bazı bağ ve özdeşleşmelerin yoksunluğunu çekiyorsak, bunlarla uğraşmak kolay olmayabilir ve daha evvel bahsettiğimiz gibi, karşımızdakinin deneyimiyle mesafeyi koruyarak bağ kurabilmenin yolları tıkanabilir. Dolayısıyla, yasın ve mücadelenin yolları tıkanır. Bu, hem bir işçinin bir öteki işçiyle bağındaki hem de kendisiyle (kendi kaybı, kaygısı, acısı, çelişkisi, ihtiyacı, arzusu, vb.) bağındaki bir kayıptır, hasardır. Tam da bu nedenle, bu bağın onarılması, inşa edilmesi için bir alan açabilecek, yeni özdeşleşme imkânları yaratabilecek, hakiki anlamda eşitlikçi ilişki ve örgütlenmeler temel ihtiyaçlarımızdır. Ben bu türden ilişki ve örgütleri sınıfın uygar aşamasına yerleştiriyorum ve kapitalizmi yerinden edebilecek sembolik-etik düşünce ve eylemlerin ancak bu zeminde yeşerebileceğini düşünüyorum.

Biraz daha somutlarsak. İntihara varan çaresizliği ve yalnızlaşmayı aşacak dayanışma modelleri, toplumsal ve siyasal örgütlenme biçimleri neler olabilir?

Akçay: Bu konuda bir çalışma yapılacaksa bunun amacının “intiharları engellemek” gibi tarif edilmemesi gerekiyor tabii. Esasen intiharı mümkün kılan, bu edime bir pazarlık veya kurtuluş imkânı niteliğini kazandırıyormuş gibi görünen koşulların doğrudan hedeflenmesi gerekiyor. Eskiden Alo 182 intihar hattıydı, sonra sağlık hattı oldu, doktora gitmek için randevu bu hattan alınıyor. Bunu bir metafor gibi kullanırsam, diyebilirim ki, intihar bir halk sağlığı sorunu olarak ele alınmalı. İşyeri intiharlarını, işçi intiharlarını ya da yaşam-intihar ilişkisini örgütlerimizin içine koymalıyız. İntiharı tetikleyen, onun sebeplerinin arasına giren, onlarla iç içe giren, aslında bizim düzenleyebileceğimiz insan ilişkilerinin, yani yapısal koşulların kontrol edilmesini talep etmemiz gerekiyor.

Gürsel: Dayanışma derken de pasifleştirici olmayan, bizleri cansız idealizasyonlara ve şef tipi liderlere bağlamayan, dağınıklık ve kuralsızlığa teslim etmeyen dayanışmalar arıyoruz. Buna karşı aktifleştirici, canlandırıcı idealler taşıyan, insan deneyimine saygılı ve samimi bir ilişki kurup ihtiyaçları somut taleplere çevirebilen dayanışmaların peşindeyiz. Bazı dayanışmalar bizler açısından geriletici, izole edici, pasifleştirici olabiliyor. Dayanışma vaadine hakkını verebilmek için saydığım kriterleri korumamız gerektiğini düşünüyorum. Bu biraz grubun sevgisi, şefkati, kapsayıcılığı, güvende hissettirmesiyle alakalıysa biraz da insanlar arasındaki sınır ihlâllerine karşı duyarlı olması ve bunlara müdahale edebilmesiyle alakalı. Yerine göre küçük yerine büyük ölçekli olabilir, ama gerçekliği dönüştürebilecek talepler ve mücadeleler ancak böyle ortamlarda oluşabiliyor. Bu saydıklarımın hepsinde toplumsal olarak krizde gibiyiz, ama bunları hâlâ düşünebiliyoruz ve görebiliyoruz. Eksik veya yıkık ilişkiler üzerinden inşa faaliyetlerimizi sürdüreceğiz, yeni sınıf örgütleri oluşturacağız ve/veya eskileri yenileyeceğiz.

Odman: Baran’ın dediği gibi, her grup ilişkisi deva değil. Bazen tam aksine, olumlu ve olgunlaştırıcı bir bireyselliğe karşı da olabiliyor dayanışma grupları. Beraber gelişmeyi, gülmeyi, yataylığı, dönüştürmeyi, daha iyi bir hayatı vaat edip bunun tam tersini veren gruplar var ve bunlar intihara yatkın hale getirebiliyor insanı. Geniş tanımıyla sol, muhalif örgütlenmelerde, muhalif sosyal hareketlerde aktif olarak bulunup da bu hayal kırıklığını yaşamamış yoktur herhalde aramızda. Ben bu hayal kırıklığının aile, devlet veya sermayeye/şirkete yapılan duygusal yatırımların yıkılmasından daha beter sonuçlar yarattığına sık sık şahit oldum. Belli bir yaşa geldikten sonra kendi çabanla kurduğun, özneleştiğin ortamlarda bu tarz dibe düşmeler çok acı verici oluyor. Bu hayal kırıklıklarını daha çok öne çıkan bireylerin mobbingi ve tacizin farklı türleri üzerinden devam eden davalara indirgemek çok sığ, baştan savma bir yaklaşım. Muhalif örgütlenmeler bunları daha çok bireysel düzlemde patlamalar, bireyler arası ilişkiler olarak ele alabiliyor. Bu alanda kamusal, politik, bütünsel bir eleştiri dili oluşmadı.

Çalışma süreçlerinden dışlanmış olmak da, yani işsizlik ve çok işlilik de çalışma kaynaklı bir intihar olarak tanımlanıp, bir mücadele alanına çevrilebilir. KHK’lıların seri intiharları bizi bunun hakkında ciddi bir şekilde düşünmeye itti.

Yaşadığımız deneyimlerin beni sevk ettiği hayallerim hâlâ var: işler, mekânlar, türler, kimlikler arası ilişkiler, beş duyunun da, arzuların da, ruhsallığın da içine katıldığı, bütün örgütlenmelerin parçası olduğu kolektifler bunlar. Dönem dönem bazı iş odaklı örgütlenmelerde bu hayallerim kısmen gerçekleşti de. Bu ancak, eril başarı odaklı, maddiyat, rekabet ve mikro-iktidar odaklı örgütlenme tarzlarıyla yüzleşebilmiş, ruhsallığı, ölümlülüğü ve yası karanlık veya özel alana itmeyen momentlerde olabildi. Bunu daha kalıcı hale getirebilir miyiz, çalışma kaynaklı intiharlar ile uğraşma çabamın arkasında hep bu büyük soru da var.

Ezcümle, ruhsallığı emek mücadelesinin üvey evladı halinde, dedikodular ve enformel alanda bırakmamalı. Söylem üretmenin, örgütlenme dili, süreçleri ve amaçlarının oluşturulmasında asli unsurlardan biri ruhsallık. Dayanışma, yatayların dönüştürücü örgütlenmesi için yöntem, yol yordam düşüneceksiniz, ama sadece “şeyleri”, “sözleri” ve “işleyen bedenleri” düşüneceksiniz, bu olamaz ki. Artık akademide kurumsallaşmış bir dal haline gelen “duygulanım çalışmaları”na, sosyal bilimlerdeki duygulanımsal dönüşüme (affective turn) burjuva işi deyip geçemeyiz. Direnen işçiye gelecekte zafer vaat etmek dışında, maddi kazanıma endekslenmiş bir muzafferlik ruhsallığının yetmediği, o sloganın da (“zafer direnen işçilerin olacak!”) bugünkü ihtiyaçlara yetmediği, yetmediği oranda da gırtlaktan gittikçe daha da zorlama çıktığı aşikâr. Kıyamet kapitalizminin yarattığı ruhsal bunalımların bu kadar “doğallaştığı” bir dönemde yaşam eksenli şimdinin örgütlenmesinde, gelecekte verilen bir zafer vaadinin korku ve umutlarımızı karşılaması bana imkânsız gözüküyor. Baştan kolektifleşmenin parçası halinde düşünülmediğinde, ruhsallık muhalif alanda da epey vıcık vıcık duygusal cemaat dayatmalarının malzemesi haline geliyor. Tabii ki burada çoğu sendikanın bugün işçinin oğlunun sünnetine, kızının düğününe, cenazesine gitmeye indirgediği duygusallık temsilleri haline dönüşmüş samimiyetten bahsetmiyoruz. Çoğu kurumsal sendika duygulanımı ve arzuları duygusallıkla, onu da zayıflıkla eşleyen, işçinin özel hayatındaki zayıflığı ile de patronaj ilişkisi kuran eril, bürokratik pratik ve protokolleri uyguluyor. Hâlbuki bu alanda ne kadar canlı bir kolektifleşme potansiyeli var.

Ufacık bir örnek vereyim. Üyesi olduğum Eğitim-Sen’den. Konfederasyonu KESK’den çoğu da öğretmen olan bin beş yüz memur KHK’larla ihraç edildi, devletin diliyle söylersek sivil ölüme mahkûm edildi. Çoğu KESK’li, Eğitim-Sen’li olmanın bedelini ödeyen, muhalif, toplumu dönüştürme tahayyülleri ruhsallıklarının bir parçası olan meslektaşlarımız bunlar. Bu süreçte KESK de Eğitim-Sen de KHK’lıların bu kırılmış ruhsallıklarını, içerde kalan ve dışa atılan üyelerinin birbirini sağaltacak örgütlenmelerine evriltemediler. Çok ciddi maddi ve fiziki dayanışmalar oldu. Ama bu çalışamama acısını kapsayacak bir iç mobilizasyon, sendikaların tahayyülünün dışında kaldı. Halbuki bunca insanda aynı anda, aynı kaynaktan gelen bu kadar kolektif bir ruhsallık zedelenmesinin yaşandığı dönemler nadirdir.

France Telekom örneğinden bahsettiniz. Yine “Bifo” Berardi France Telekom için “şirketin stratejisi insanları aşırı strese sokmaktır, öyle ki tüm bağımsızlıklarını ve her türlü dayanışma duygusunu kaybetsinler ve böylece sömürü mekanizmalarına tümüyle bağımlı hale gelsinler” diyor. Türkiye’ye dönersek, iktidarın ülkeyi bir şirket gibi yönettiği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Hem emek hem ekoloji mücadelelerindeki direnişçilerden sık sık “şirket-devlet” ifadesini de duyuyoruz. Bu “şirket-devlet” toplumdaki dayanışma duygusunu nasıl yok etti, bu durum intiharlarda belirleyici mi?

Odman: Günümüzde şirket yapısı sadece devlete değil, bireye de nüfuz eden, dayatılan bir örgütlenme yapısı. Her bireyin bugün sırf çalışırken değil, eş seçerken, çocuk büyütürken, benliğini kurarken de şirket gibi davranması bekleniyor. Rekabetçi, yarışçı, her alanda kendi sorumluluğunu ve riskini taşıyan, her şeyi “biriktiren” bir birey. Tüm dünyada, Türkiye’de de kamuda reform ile şirketlerin sayısallaştırılmış performans, kalite puanlama matrisleri, esnek ve ağ tipi etrafında şekillenen yönetim paradigması, süreç değil çıktı/sonuç ödüllendirme rejimleri, işlev, yetenek ve faaliyet şablonları ve “ivedilik kültürü” tüm kamu işletmelerine, hastanelere, okullara, araştırma alanına, sosyal hizmetlere “bürokrasi ve verimsizlik ile savaş” şiarıyla tepeden indirilmişti zaten. Bu dikey sermaye birikimi süreçlerinin kuşattığı bireylere görünürde beşeri sermayesini biriktirecek bir müteşebbislik atfeden ve riski de kitleyen sistemler artık dört bir yanımızda kural. Vincent de Gaulejac’ın klinik sosyolog olarak “işletme hastalığına tutulmuş toplum” (Ayrıntı Yayınları) dediği de tam bu işte. Her bir özgün faaliyet, o faaliyetin işletmecileri, managerleri tarafından birbirine benzetilerek birbiriyle yarıştırılıyor. İşletme ideolojisinin domine etmediği alanlar da çöp alan, çöp insan olarak toplum dışına itiliyor zaten. O ideolojinin saldığı korkuyu somut hale getiren, ibretlik toplumsal marjları teşkil ediyorlar. “Sınıf savaşının yerini konumlar savaşı, ‘post kavgası’ aldı” diyor Gaulejac, güvencesizlikten beslenen bu sistemde. Uzun sürelere yayılarak kurulan kolektif mesleki kimliklerin, işten edinilen anlamların bu kadar diktatoryal bir şekilde her alanda aşındığı, bir yandan da geçindiren işin azaldığı bir ortamda buna insan zihni, ruhsallığı ve bedeninin ıstırap duymadan uyum sağlaması mümkün mü? Taciz, stres ve anlam kaybı, mesleki tükenmişlik, içselleştirilmiş suçluluk hissi, depresyon, anti-depresan kullanımının artması, çalışma kaynaklı intiharlar, yani genel anlamıyla psiko-sosyal ıstırabın oluştuğu bağlam ile her yere sirayet etmiş işletmecilik hegemonyası arasındaki bağları görmemek mümkün mü? Şirket ideolojisi bu aşikârlığı da alıp, koçluk ve psikolojik destek eşliğinde bireysel psikolojik kırılganlık ve esenlik diline tercüme ediyor. Biz de bu yüzden “işyeri intiharları vardır” diyoruz. Bu, bireysel kırılganlıklara indirgenemez.

Alo 182 intihar hattıydı, sonra sağlık hattı oldu. Bunu bir metafor gibi kullanarak intihar bir halk sağlığı sorunu olarak ele alınmalı diyebilirim. İşyeri intiharlarını, işçi intiharlarını ya da yaşam-intihar ilişkisini örgütlerimizin içine koymalıyız. İntiharı tetikleyen insan ilişkilerinin, yani yapısal koşulların kontrol edilmesini talep etmeliyiz.

ABD’deki resmi istatistik kurumu US Bureau of Labor Statistics her sene işyerinde gerçekleşen intiharları, halk sağlığı kurumu CDC ise tüm intihar edenler arasındaki mesleki grupları ayırt ederek yayınlıyor. Mesela geçen senelerde, ABD’de intihar eden erkekler arasında çalışanların en büyük grubunu inşaat işçileri oluşturuyor. Fransa’da uzun zamandan beri en fazla intihar eden sosyal grup tarımsal işlerde çalışanlar, çiftçiler. Türkiye’de şirket ideolojisinin somut örgütlenme şekilleriyle sektörler, iş faaliyetleri arasında ilişkiyi gösterebileceğimiz bir istatistiki veri tutulmuyor ve paylaşılmıyor. O yüzden bu soruna önümüzdeki koskoca alanın çatallandığı somut örgütlenme ve antropolojik çalışma boyutunun derinliğine ve önümüzdeki mesainin büyüklüğüne işaret etmek dışında, daha somut cevap veremiyorum.

İkincisi, Türkiye’de henüz işletme ideolojisinin somut örgütlenmesi ve işçilerin yaşam hakkı ihlâlleri arasında intiharlar üzerinden kurulmuş bir hukuki alan yok. Ama Fransa (Renault, Groupama, Télécom şirketlerine karşı) ve ABD’de öncü davalar var. İşyeri intiharlarının ölümlü iş kazası olarak tescil edildiği, dava süreçlerinin şirketlerin kurduğu despotik iş organizasyonuyla intihara sürükleyen çalışma ıstırabı arasındaki illiyet bağını kurmaya yaradığı emsal davalar var. Her ne kadar hukuk şirketlerin tüzel kişiliğini korumak ve tazminatla bu işin üstünü örtmeye meyletse de kolektif götürülen davalarda şirket suçlarının oluşturduğu karanlığa ışık tutulabiliyor.

O davalardan biri France Télécom davası. O davada beklenenden hafif cezalara çarptırılsalar da şirketin üst düzey yöneticileri mahkûm oldu. Bu emsal dava, çalışanları intihara sürükleyen çalışma şartlarına dair raporlar bize neler öğretebilir?

Odman: France Télécom davası benim bildiğim en kolektif, örgütlü götürülmüş, süreç ve sonuçları yaygınlaştırılmış ve belgelenmiş “çalışma acısı davası”. Dava dosyasında 39 intihar ve intihar girişimi ile dönemin şirket politikaları arasında ilişki kuruluyor. Kamu teşekkülü olan bu kurumun özelleştirilip, çalışanlarının beşte biri kısmen emekliliğe veya istifaya mecbur edilip, tazminatlardan tasarruf edilerek ve işyerleriyle iş konumları rotasyona tabi tutularak, yıldırılarak “esnekleştirildiği” 2008-09 dönemi CEO’su, CEO yardımcısı ve insan kaynakları yöneticisi başta olmak üzere yedi üst düzey yöneticisi, “seri intiharlara yol açan iş organizasyonundaki sorumlulukları nedeniyle kurumsallaşmış psikolojik taciz” suçlamasıyla yargılandılar.

Davayı Fransa’da takip eden Nilgün Güngör’ün tabiriyle “intiharların, yaşanan acıların kişisel yaşamlara sıkışıp boğulmaması, tek tek bireylerle kalmayıp sınıf mücadelesinin konusu olması için” yaşamlarına kendi elleriyle son verenlerin çağrısı alındı, onların çığlığı France Télécom davasını sınıfsal, politik bir dava haline getirdi. Sendikacılar, işyeri hekimleri, hijyen, işçi sağlığı ve iş güvenliği komitesi üyeleri, halk sağlığı örgütleri davanın takipçisi oldu. Yargılanan yöneticiler psikolojik tacizden bir yıl hapis ve para cezalarına mahkûm edildi. Şirketin tüzel kişiliği de kurumsal psikolojik tacizden yüklü miktarda para cezası ödemeye mahkûm edildi. Duruşmalar sırasında psikolojik taciz kavramı iş ilişkilerinde ilk defa bireyler arası bir suç olmaktan çıkıp “sistemik”, “kurumsal”, “şirketin yeniden yapılanma stratejisinin ve patojen iş organizasyonunun parçası” olarak tanımlandı. Savunma avukatları vakayı işveren tarafından “toksik yönetim ve işletme şiddeti yoluyla örgütlenmiş bir kitlesel iş kazası” olarak tanımladı.

Pasifleştirici olmayan, bizleri cansız idealizasyonlara ve şef tipi liderlere bağlamayan, dağınıklık ve kuralsızlığa teslim etmeyen dayanışmalar arıyoruz. Buna karşı aktifleştirici, canlandırıcı idealler taşıyan, insan deneyimine saygılı ihtiyaçları somut taleplere çevirebilen dayanışmaların peşindeyiz.

6 Mayıs-11 Temmuz 2019 arasındaki 41 günlük yargılama ve 19 Aralık 2019’da kararı açıklanan bu öncü davayı, müdahil olan, mücadele eden onlarca farklı kişinin sesinden ve duruşma salonundan ruh hallerini yansıtan çizimlerle anlatan bir kitap yayınlandı 2020’de, Daha Güçlülerin Aklı – France Télecom Davası Kronikleri adında. Solidaires sendikasının sözcülerinden Eric Beynel’in derlediği, Claire Robert’in çizdiği bu kroniklerde her duruşma gününü bir farklı kişi anlatıyor. Bizler de burada emsal davalarımızı, mücadelelerimizi daha geniş kitlelerle, farklı format ve hitap arayışıyla paylaşmalıyız. Çalışma acısı ile mücadelenin iç içe geçtiği, zihin sağlığı ve işin yan yana ele alındığı o istisnai anların düşündürdüğü çok şey var. Kapitalizmin kişiliklerimizle değil, dünyayla kurduğumuz ilişkileri ifade eden karakterlerimizle ilişkisini, kapitalizmin bugünkü karakterini, faillerini merkeze koyarak ele almak örgütlenmekten başka nedir ki?

Umut-Sen’in internet sitesinde Türkçesi yayınlanan Mikkel Krause Frantzen’in Depresyonun Politikası başlıklı yazının sunuşu şöyle: “Yataktan çıkamıyorsan bir bankanın camına nasıl tuğla fırlatırsın? Kolektif ve özgürleştirici bir terapi mümkün mü? Ruh sağlığının kapitalizmle ilişkisi, depresyonun politikası ve terapiyi örgütlemenin imkânı üzerine…” Ne dersiniz?

Akçay: Bu yazı toplumsal boyutları olan konuların psikolojikleştirilmesine karşı kuvvetli argümanları bir araya getiriyor. Ancak, bunu yaparken ruhsal hayatın toplumsal olanın bir izdüşümünden ibaret olduğu yanılgısına düşmemek gerek. Yazar her ne kadar satır aralarında bunun farkında olduğunu sezdirse de ekonomik ve toplumsal boyuta dair vurguyu artırırken neredeyse kapitalizmden önce depresyon yoktu diyor. Kapitalizmin depresyonun sebebi olduğunu tespit etmenin depresyonu aşmaya, “yataktan çıkmaya” yetmeyeceğini de aktarıyor. Ama böyle net bir sebep-sonuç ilişkisi tarif etmek sorunlu. Ruhsal alandan bahsediyorsak kapitalizmi insanlar arasındaki özel tarzda ve eşitsizlik yaratan bir ilişki olması boyutuyla ele alabiliriz. Bu ilişki yapısının elbette ruhsal hayata önemli etkilerinin olması beklenir, ruhsal hayatımızı belirleyen dinamiklerle de mutlaka alışverişi olacaktır. Hatta belki sadece kapitalizme özgü ruhsal sorunlardan bahsedilebilir. Ama depresyonun onlardan biri olduğundan emin değilim. Daha önemlisi, öyle bile olsa bu tespit işe yaramayacaktır. Ruhsal acılar çeken birine “acılarının sebebi toplum/kapitalizm, bunlarda senin payın yok” demek, “bunları çözemezsin, tek başına hiç çözemezsin, kapitalizmin ajanlarıyla, bireysel terapiyle de çözemeyeceğin ortada, hatta devrim olmadıkça pek çözme imkânın da olmaz” demeye varıyor. Nitekim yazar da bu noktaya yaklaşarak, devrimsiz çözemeyeceğimiz sorunlara karşı bazı kolektif başlangıç adımları önermekle yetiniyor.

Depresyonun sebebinin kapitalizm olduğu ve kapitalizm içinde depresyona karşı çözüm önerenlerin nihayet sistemin sürekliliğini hedefleyen ajanlardan ibaret olduğu düşüncesinin bir çekiciliği var, ama böyle düşününce öznel olana bir alan bırakmama hatasına düşmek çok olası. Bu hatanın şöyle bir sonucu da oluyor: Kişisel gelişim söylemlerinin veya her şeyi psikolojikleştiren literatürün hangi bireysel-toplumsal ihtiyaca cevap verdiğini tespit etmek zorlaşıyor. Bunları doğuştan güçlü, toplumun üzerinde, ideoloji üreten mekanizmalar, süreçler olarak görme ve kendilerinin de birer sonuç, toplumsal ürün olduğunu unutma riski ortaya çıkıyor. Bizim bu söylemlerle savaşmamız değil, rekabet etmemiz, onların gördüğü işlevi reddetmek yerine bizzat üstlenmemiz gerekiyor. Bugün siyasetle terapinin aynı anlama geldiği yargısını böyle anlayabiliriz. Kolektif mücadele kurumlarımız, bireylerin (birey konumunu terk etmeye zorlanmadan) ruhsal dünyasını tanımak, hesaba katmak ve ona uygun düzenlemelere açık olmak durumunda. İşsizlikle ve bunun yarattığı ruhsal acılarla cebelleşen biri için örneğin işe devam edebilmek, işin kendisi ayrıca azap verici olsa bile ve eksikli bir şekilde olsa da topluma katılmanın ve bireysel, toplumsal açıdan işlevli olmanın mevcuttaki yegâne yolu olabilir. “Taş atmak” yani ruhsal acılarının sebebi olarak görünen dışsal bir varlığa açılan savaşa katılmak, her zaman mümkün bir istihdam fırsatı gibi görünmeyebilir bu kişiye. Bu anlamda, terapistlerin “amacının” insanları yataktan çıkarıp (devrime değil) “işe göndermek” olması geri çevirebileceğimiz bir şey değil bence bugün. Yazar “mevcut (sosyal, politik, ekonomik, ekolojik) krizin, aynı zamanda bir ruh sağlığı krizi olduğunu” söylerken çok haklı. Her ne kadar ruh sağlığı krizi bazı açılardan diğerlerine göre farklılık ve hatta öncelik taşısa da, çözüme doğru giderken fazladan avantajı olduğunu düşünmek için yeterli sebebimiz yok. Bana kalırsa “taş atmak” yeterli bir metafor değil, yerine yataktan çıkıp işe gitmedikçe grev yapamayız, diyebiliriz.

Bu söylediklerime bir şerh olarak, Gezi’deki “işe değil direnişe” sloganının kimileri için ne kadar iyileştirici olduğunu da aklımda tutuyorum. Ayrıca, Almanya’da 1968 sonrası kurulan ve Kızıl Ordu Fraksiyonu’yla ilişkilenen Sosyalist Hastalar Kolektifi yapılanmasının “hastalığın silahındır” sloganını da hatırlamak mümkün: Bu kolektifler kuvvetli bir psikiyatri ve tıp eleştirisini temel alarak hastalığın sebebinin kapitalizm olduğunu öne sürüyor, “doktor sınıfına” savaş açıyor ve bireyin iyilik halinin koşulunu devrimde görüyordu. Hakikatin içinde beliriverdiğini hissettiğimiz bu parlak zamanlarla gerçekliğin bütününü birbirine karıştırmak her zaman işlevli olmayacaktır elbette. Ama kolektif mücadele örgütlerimizin kendi pratiklerinde ve örgütlenmelerinde bu parlayan hakikatin yol göstermesine izin vermesi mümkün.

Gürsel: Depresyonu politikleştirmek ve bakım ittifakını savunmak bana da anlamlı geliyor, ama bunları yapmak için biyolojik psikiyatriyi ve klinik psikolojiyi o yazıdaki gibi ters yüz etmekten başka yollar da olduğunu düşünüyorum. Yazıda önerilen yolun bana göre ciddi açmazları var. Örneğin, psikiyatrikleştirmeye ve psikolojikleştirmeye karşı mücadele ederken “bireysel” ve “toplumsal” veya “psikolojik” ve “politik” olgularını/kavramlarını birbirinden koparırcasına ayırmak ve bir tarafı ötekine tercih etmek eleştirilen yaklaşımlarla –tersinden– benzer varsayımlara yaslanmak anlamına geliyor. Bu da bizi onlarla benzer bir düşünme ve hareket alanına hapsediyor. Hatta eleştirdiğimiz ve indirgeyici bulduğumuz yaklaşımların temsilcilerinin, meseleyi bizim de bazı faktörlere indirgediğimizi söyleyip işin içinden çıkmalarına olanak veriyor. Devrimci bir tartışmanın, radikalliğinden feragat ederek, kendini sadece verileri yarıştırma mücadelesine sıkışmış bulması da –ki bu da her zaman faydasız veya apolitik değildir tabii, tıpkı psikiyatrinin de her zaman faydasız veya apolitik olmadığı gibi– galiba böyle bir süreçte gerçekleşiyor.

İşletme ideolojisinin domine etmediği alanlar çöp alan, çöp insan olarak toplum dışına itiliyor. O ideolojinin saldığı korkuyu somut hale getiren, ibretlik toplumsal marjları teşkil ediyorlar. “Sınıf savaşının yerini konumlar savaşı, ‘post kavgası’ aldı” diyor sosyolog Gaulejac.

Bu hapsolmanın bir sonucu bence kavrayışımızda, mücadelemizde, toplumsal ilişkilerde, –amacımıza ters şekilde– birey (ve grup) ruhsallığının özgünlüğüne, karmaşıklığına ve derinliğine yer açmamak, onu renksizleştirmek, sessizleştirmek olabiliyor. Bu tabii, eleştirel psikoloji ve başkaca alanlarda epeydir tartışılan ve herhalde daha da tartışılacak bir gündem. Ben kendi adıma, egemen yaklaşımları sorgularken ruhsal perspektifimizdeki daralmalara karşı da uyanık olmamız ve perspektifimizi toplumsal amaçlarımızla uyumlu şekilde genişletmemiz gerektiğini –onlar tarafından yutulmasına izin vermenin aksine– düşünenlerdenim. Yerine göre bakım ittifakları, yerine göre de bireylere özgülenmiş bakım imkânları tasarlamaya olanak sağlayacak, hangi bağlam için hangi yöntemin anlamlı ve devrimci olabileceğini düşünebilmenin önünü açacak daha bütünsel ruhsal yaklaşımlara ve bu yaklaşımları taşıyıp geliştirecek örgütlere ihtiyacımız var. Bu bağlamda solun psikanalizin birey ve grup ruhsallığına, ruhsal zorlanmalara, bireysellikle toplumsallık ilişkisine, iktidar ilişkileri ve özgürleşmeye yaklaşımındaki potansiyellerle ilişkisini güçlendirmesiyle, hem ruhsal zorluklar karşısında politikasızlaşmaya hem de sosyolojikleştirmenin cazibesine kapılmaya karşı daha bağışık hale geleceğini düşünüyorum.

Tabii bu sadece bir perspektif oluşturma süreci değil, aynı zamanda kolektif bir beden için ruhsal bir kapasite oluşturma sürecidir. Bireysellik ve toplumsallık arasındaki ilişkiyi daha zengin bir şekilde ele alabilmeye yönelen ve birey ruhsallığını semptom ve söylemin görünürdeki yüzüne odaklı ele almaktan uzaklaşan sol, sendika, örgüt, topluluk, yani kolektif beden, depresyonun çağrısına alternatifler üretmek konusunda da daha yaratıcı olabilir. Depresyonu (sol açısından) politikleştirmekten önemli ölçüde bunu anlıyorum. Çünkü depresyonu neoliberal ideolojilerle veya kısıtlayıcı başka yaklaşımlarla işbirliği içinde ele almamaya çalışmanın zaten mesleğin (psikoloji ve psikiyatri) içerisinde bir politik-etik duruşun zorunlu sonucu olduğunu düşünüyorum, ama burada daha geniş bir küme olan sol pratiğe katabileceklerimizi konuştuğumuzu varsayıyorum. Elbette bu kolektif bedenin üyelerine ve temas edebildiği insanlara açacağı paylaşma, dayanışma, bakım, üretme alanları, ihtiyaç halinde tutunulabilecek dallar olarak işlev görebilir, ama bunlara ek olarak bu kolektifin, örneğin, insanlar arasına çizeceği koruyucu sınırları, yerine göre talebe dönüştüreceği bireysel psikoterapi hakkını ve onlara sunacağı kendi yeterliği ölçüsündeki türlü imkânı da ruhsal işlevleriyle birlikte düşünebilmesi öncelikli hedeflerimizden olmalı.

https://birartibir.org/ruhsal-alandaki-sinif-catismasi/

Söyleşi: Bekir Avcı - 1+1 Ekpress