Dördüncü Dalga, Aşı ve Emeğin Korunması - Nilgün Güngör

Fransız Devriminin 232. yıldönümü, 14 Temmuz günü askeri güç gösterileriyle başladı. Emekçi sınıfların da katıldığı burjuva devrim, Champs-Elysée ile Concorde meydanları arasında hükümet, yüksek bürokrasi ve askerlerin boş bir cadde ve alanda birbirini ağırlamasıyla kutlandı. Dönemin egemen sınıfı aristokratik monarşi ve din adamlarının suçlarını çok daha fazlasıyla devralmış olan tekelci burjuvazi için 14 Temmuz, çok uzun süredir emperyalist silahlanma yarışındaki yerinin altını çizme vesilesi. Bu kez de Rafael ve Mirage uçakları havada turlar atarken akşam saatlerinde de havai fişek gösterileri yapıldı. Binlerce piyadenin yanı sıra muhafız alayının atlı süvarileri, asıl önemlisi 73 uçak, 24 helikopter marifetlerini sergiledi. Robotik ve uzaktan kumanda edilen silahlar televizyonlarda gösterildi. 2021 kutlamalarının teması hem sağlık alanındaki mücadeleyi hem de “orduların yüksek teknoloji malzemelerine dayanarak yürüttükleri zor görevleri” anlamında “geleceği kazanmak” olarak belirlenmişti.

HER 586 KİŞİDEN BİRİ COVİD’DEN ÖLDÜ

Çelik yığınları ile bayram kutlayan Fransa’da salgının başlangıcından bu yana Covid’den ölenlerin sayısı 111.000’in üzerinde. Bu, her 586 kişiden biri demek ve Fransa dünya ülkeleri arasında bu lanetli oranla 5. sırada yer alıyor. Aşı olanların oranı % 54,8 (1. doz) ve 43,68 (2. doz). Geçen yıl aylar süren “maske yok – jel yok” duyurularının yerini bu kez hükümetten aşı olma çağrıları aldı. Fakat aşı randevuları ve işlemleri yeterince hızlı olmadığı gibi, aşı konusundaki çekinceler de farklı gerekçelerle yerinde duruyor.

14 Temmuz öncesi ulusa sesleniş konuşması yapan Emmanuel Macron’un birinci gündemi aşıydı. Macron hastane, klinik, huzurevi ve yaşlı bakımevlerinde çalışan hastabakıcılar ve diğer sağlık emekçileri ile yaşlı insanların yanında gönüllü çalışanlar için aşının 15 Eylül’de zorunlu olacağını açıkladı. Sağlık Bakanı da aşı olmayan sağlık çalışanlarının çalışamayacağını ve ücretlerinin ödenmeyeceğini söyledi. Bu konuda bir yasa da hazırlanıyor. 2021 ders yılı açılışından önce Eylül ayında bir kampanya da yapılacak.

Ayrıca 21 Temmuz’dan itibaren 50’den fazla kişinin bulunduğu boş zaman faaliyetleri tesisleri ile kültür kurumlarında 12 yaşından büyükler için sağlık kartı zorunlu olacak. Ağustos başından itibaren ise zorunluluk kafe, restoran, alışveriş merkezleri, tren, uçak ve uzun yolculukları kapsayacak. Sağlık kartı şimdiye dek 1000 kişiden fazla insanın bulunduğu yerlerle diskoteklerde isteniyordu. Aşı olmayı zorunlu kılmak için şimdiye kadar bedava olan PCR testleri aile hekiminden reçetesi bulunmayanlar için ücretli olacak. Aşı olmayanlar 1 Ağustos’tan itibaren 48 saatten kısa bir süreye ait PCR negatif testi ile kanıtlanmadıkça lokanta, alışveriş merkezleri, hastanelere giremeyecek ve tren ve uçağa binemeyecek. Sağlık kartının geçerli olması için iki doz aşının tamamlanması gerekiyor. Bu zorunlulukları yerine getirmeyen lokanta, kafe gibi işyerlerine 45.000 euro’ya kadar ceza kesilebilecek ve bir yıla kadar hapis cezası verilebilecek.

Macron konuşmasında pedagojiye son dedi ve Fransa’nın sağlık krizine son vermek için en önemli kozunu oynayacağını söyledi. “Biz bir bilim ülkesiyiz, Lumière kardeşlerin ülkesiyiz. Bilim bize kendimizi koruma imkanlarını sağladığında mantığa ve ilerlemeye güvenerek bunları uygulamalıyız. Bütün Fransızların aşı olmasını hedeflemeliyiz.” Bu da konuşmanın cilası oldu... Bu parlak söylemin arkasında yazı kaybetmemek, turizmi canlandırmak, ekonomide istikrar ve ivmenin yakalanması bulunuyor.

“AŞI ZORUNLULUĞU” KARŞITLIĞI!..

Macron’un konuşmasının ardından üst üste iki gün toplam 1,7 milyon kişi aşı olmak için randevu aldı. Buna karşılık Fransız Devrimi kutlamalarının yapıldığı esnada gerici ve faşist çevrelerin körüklediği Paris, Lyon, Toulouse gibi illerde aralarında az sayıda sağlıkçının da bulunduğu 25 bin kişi de sağlık kartı ve aşı zorunluluğunu protesto etmek için gösteri yaptı. 17 Temmuz Cumartesi günü çok daha fazla yerleşim merkezinde yapılan yürüyüşlere ise 110.000 kişinin katıldığı açıklandı. Fransız ulusal bayrağı taşıyan ve en önde bayrak rengi kıyafetler giyenlerin olduğu göstericiler “Özgürlük” diye bağırdılar ve “sağlık diktatörlüğü” yazılı dövizler taşıdılar. Bu kesimin aşı karşıtlığı bilim dışı, gerici ve uydurma, bazıları kökünü dincilikten ya da milliyetçilikten alan, korkuyla büyütülen argümanlardan oluşuyor.

Sola doğru bakıldığında ise, elmalarla armutlar karışmış durumda. Karşı olunması gerekenle savunulması gereken arasında net bir ayrım yapılmıyor. Aşı zorunluluğu ve sağlık kartı sendikalar ve sol çevreler tarafından bireysel özgürlükleri çiğneyen otoriter tavırlar olarak karşılandı. Bu zorunluluğu getirerek hükümetin aşı stratejisindeki başarısızlığı örtmeyi amaçladığı, sağlık emekçilerini dün pencerelerden alkışlayanların bugün onları günah keçisi ilan ettiği, neoliberal emeklilik reformuna ve işsizlik sigortasında yeni kısıtlamalara bir an önce geçilebilmesi için aşı konusunda otoriter ve baskıcı bir tarzda vites taktığı eleştirileri getirildi. Krizin özgürlükleri yok edici tarzda yürütüldüğü, ikna yerine yaptırım ve baskı yolunun seçildiği, işçi sınıfının bu şekilde aşı olanlar ve olmayanlar diye bölünmek istendiği de söyleniyor. Hükümet hastane ve yaşlı bakımevleri için verdiği sözleri tutmuyor, çalışma koşullarının kötüleşmesiyle istifaların yolunu açıyor. Sağlık kartı 200 yıl önce işçileri kontrol ve denetim amaçlı kullanılan ve her gittikleri yeri kayıt altına alan “çalışma sicili” uygulamasına da benzetiliyor. Argümanların iç bağlantılarının sorunlu bir şekilde kurulması, işçi ve emekçilere yol gösterici olmak yerine sınıf düşmanları ile söylem benzeşmesi yaratıyor.

EMEĞİN VE TOPLUM SAĞLIĞININ KORUNMASI İÇİN AŞI

Covid-19 aşısının en azından birinci dozu dünya nüfusunun % 25,9’una yapıldı. Toplam olarak 3,58 milyar doz aşı yapıldı ve her gün 29,25 milyon kişi aşıya ulaşıyor. En yoksul ülkelerde en az bir doz aşı olan nüfusun oranı ise sadece % 1. Bu tablo AB’de ve orta-ileri gelişmişlikteki kapitalist ülkelerde kuşkusuz farklı. Fakat oralarda da gerek hız gerekse de yaygınlık bakımından olması gereken düzeyde/oranda aşının gerçekleştirildiğini söylemek mümkün değil. Paris’in doğusunda Saint-Seine Denis'nin yoksul banliyölerine gidildiğinde aşı olma oranları çok daha düşük seyrediyor. Emekçi sınıfların çalışma koşulları, randevu almaktaki güçlükler, gerici önyargılarla endişelerin iç içe geçmesi aşı olma oranını düşürüyor. Dolayısıyla yeni çıkan ve daha hızlı yayılan varyantlara karşı savunmasız kalıyorlar.

Aşı olmayı (veya aşı olma gerekliliğini) reddeden birey ve çevrelerin varlığı, bu tabloyu belirlemese de etkileyen bir faktör. Covid öncesinde de kamuoyunda özellikle çocuklarına aşı yaptırmayan ebeveynler nezdinde bilinen (ve hekimlerin uyarılarına neden olan) bu olgu, şimdi daha geniş bir çerçeveye yayılıyor. Düpedüz bilim dışı dini inançlarla, çocuk sahibi olamama endişesiyle, kimi zayıf olasılıkları mutlaklaştırarak ya da tamamen kurgusal gerekçelere dayanarak aşı olmayı reddedenler var. Bunun yanında postmodernizmin önünü açtığı bilim sorgulayıcılığı, anarşizan bireysel özgürlük anlayışıyla aşı reddine de tanık olunuyor. Söz konusu gerekçeler, farklı tarihsel-kültürel arka planlarıyla pek çok ülkede kendilerine yer bulabiliyor.

Aşıya erişimin nüfusun büyük bölümü için hala uzak olduğu (ama burjuvaların ve devlet yetkililerinin kendilerini çoktan sağlama aldığı) ülkelerde insanlar hastalıktan kırılırken, kapitalist çarkların dönmesi, turizm gelirleri iştahasıyla her fırsatta “normalleşme” ilan ediliyor. Aşının ülkeler içindeki dağılımı bile farklı oranlarda. Burada asgari duruş noktası emeğin korunmasından, sınıfsal-toplumsal ve bireysel olanın birleşikliğinden geçiyor. Baştan itibaren toplum ve halk sağlığı için amansız bir çaba gösteren ve pek çok kayıp veren sağlık çalışanları, onların meslek örgütleri, tabip odaları, öncü işçiler, maske, jel, sağlık önlemleri, mümkün olan her yerde uzaktan çalışma, işyerlerinde bütün iş güvenliği tedbirlerinin alınması, ücretsiz test... gibi talepleri savundular. Sağlık krizinin sırtımıza yıkılmaması için bunlar temel önemdeydi. Aşı geliştirildikten sonra da dünya üzerinde ücretsiz ve eşit olarak uygulanması ve varyantlara karşı daha etkin olanlara başvurulması talepleri öne çıkıyor, çıkmalı da.

Bu koşullarda bir yandan virüsle mücadelede aşının kilit bir yerde durduğunu söylerken bir yandan da “aşıya değil aşı zorunluluğuna karşı olmak”, emeğin korunması açısından açık bir çelişkidir. Hükümetin, hele Macron’un baştan itibaren süreci toplum sağlığını gözetmeden yürüttüğünü, salgını gizlediğini, sağlık krizinin maske, hastane ve personel yokluğu dahil bizzat neoliberal kapitalizmin ürünü olduğunu ve onun eliyle çözülemeyeceğini tekrar tekrar açıklamak zorunludur. Milyonların yaşamını ilgilendiren bir konuda, toplumu bilgilendirmeyen, gerçekleri açık bir şekilde söylemeyen, aksine örtbas eden, hesap vermeyen, kararları kapalı bir alanda pek çok kurumu da baypas ederek alan bir yönetim tarzına karşı sınıfsal ve kitlesel aşağıdan demokrasi dinamiklerini harekete geçirici bir mücadele daha da acil bir sorun haline geldi. Bu sürecin gösterdiği budur. Ancak onu aşıyı reddederek ya da benzer yanılsamalara imkan vererek değil, tüm dünyada eşit ve ücretsiz aşı konusunda asıl bizler mücadele ederek, emeğin ve toplum sağlığının korunması halkasından tutarak yapmalıyız. Kapitalizm altında işçi ve emekçilerin, emeklilerin canından daha ucuz bir şeyin olmadığı covid salgını vesilesiyle bir kez daha görüldü. Salgın koşullarında çalışmak zorunda bırakılan ve ölenler işçilerdi. Yeni varyantların ise gençlerde etkili olacağı söyleniyor. Aşı önceliği ve aşıya erişimin kolaylaştırılması (aşı merkezlerinin günlük yaşam içerisinde en kolay erişilebilecek yerlere getirilmesi, iki gün sürebilen ateş vb etkiler nedeniyle ücretli izin kullanılması) ve sınıf içerisinde aşıya karşı olan gerici önyargı ve tereddütleri kırarak aşılanma, bugün emeğin korunmasının temel halkasını oluşturuyor.