8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ndeyiz,* pandeminin ortasında! Kısalan geceler, hınzırca uç veren çiçekler, zemheriye günlerinin sayılı olduğunu söylüyor. Bedenler, ruhlar doğayla engelsizce uyum sağlamak istiyor. Ama her yerde olduğu gibi Fransa’da da, sadece salgın değil, tedavi, aşı... olanca sınıfsal ağırlığı ile üzerimize çökmüş durumda. Artan işsizlik, eve çekilme, evden çalışma ile ağırlaşan fiziksel ve mental yük, sosyal hakların/erişimin kısıtlanması, günlük ihtiyaçların sınırlarında yaşamak, ev içi şiddet ve yalnızlaşma işçi-emekçi kadınları tüketiyor. Sağlık ve bakım işkollarında durum hız kesmezken sosyal mesafe tanımayan eğitim, ulaşım ve dağıtım alanında da virüs tırpan ile geziyor. Sorunu yaratan neoliberal kapitalizmin çözümden anladığı “kriz-fırsat” pratiği yüzünden sağlık krizi ve sosyal yıkım sahneleri, şiddet haberleri kadın işçi ve emekçilerin öfkeli çare arayışları ile eşzamanlı yaşanıyor. Aşının bütün ülkelerde erişilebilir olması, hızlı ve kesintisiz uygulanması, yaşama hakkı için hâlâ temel halka.
Burjuvazi 8 Mart’a böyle bakıyor
“Hâlâ 8 Mart’a ihtiyacımız var mı?” Bu küstah soruyu tam da bu zamanda bize tekelci kapitalizm soruyor -ve yine kendisi “Evet!” diyerek hakkımızı teslim ediyor. Dünya Ekonomik Forumu’nun buyurduğuna bakılırsa, “Toplumsal cinsiyet eşitliğini görmeye maalesef ömrümüz yetmeyecek hatta çocuklarımız için de bu mümkün olmayacak. Toplumsal cinsiyet eşitliğine önümüzdeki yüz yıl boyunca erişilmeyecek.” (Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu 2021)
Tekelci kapitalizm, bağrında taşıdığı bütün çelişkileri keskinleştirmiş olarak, önümüzde toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve yoksunluklarla dolu, temiz bir 100 yılın uzandığını açıkça söylüyor. Ama en başta, hiçbir siyasal-sınıfsal sorumluluk taşımayan, öznesiz bir ifade bu. Bir neden-sonuç ilişkisi yok; kadın sorununun sınıfsal-toplumsal-cinsel temelleri yok; eşitsizliğin binlerce yıl olduğu gibi bugün de nasıl bir baskı ve keyfilik ile sürdürülebildiğinden, sivil toplumcu içerme politikalarının da buruşturulduğundan bahis yok!
Bu “yok”ların tek sebebi var: İnsanlığın gelişimi, toplumun özgürlüğü ile kadının özgürlük derecesi arasındaki kopmaz ilişki. Bir diğer deyişle “.. insan tabiatının hayvanlık üzerindeki zaferi kadınla erkek, zayıf ile kuvvetli arasındaki ilişkilerden belli olur. Kadın özgürlüğünün derecesi tabii ki genel özgürlüğü tayin eder.” (Fourier) 200 yıl önce kurulmuş bu denklemi her kadın özyaşam deneyimi ile bir çırpıda kavrayabilir. Tekelci kapitalist sınıf ve her kisvedeki erkek egemenliğine göre ise onu perde üstüne perde ile örtmek gerekir! Bütün çabası sorunu dışsallaştırmaya, toplumsal ve bireysel gelişimin önünü kesmeye uyarlıdır, tüm düzenlemeleri azami kara bağlıdır. Bize biçilen 100 yılın ucunda da eşitlik falan yoktur!
Kadınların aşağıdan hareketi ile atılan her adım işte bu son 200 yıl içinde gerçekleşti. Burjuvazinin geriye doğru hamleleri farkedildikçe direngenlik arttı. Kadınların sağladığı ilerleme bütün toplumsal süreç ve ilişkileri etkiledi. Dahası da gelecek: Onlar, bütün ilişkileri dışardan ve içerden sarsmaya devam edecek, önüne dikileni, sertçe cezalandıracak ve gerekirse eğitecek. Kadınlar bedenleri ve doğurganlıkları üzerindeki tahakküme başkaldırmaktan eğitim ve mesleklerde eşit biçimde yer almaya, eşit oy ve seçilme hakkına, eşit işe eşit ücrete, hamilelik ve doğum iznine, yaşamın her alanında özgürce varolmaya ve gelişmeye, tarihin anlatımından erkeklerin metroda kapladığı yere dek statükoları zorluyorlar. Aile içi şiddete, kadın cinayetlerine, homofobiye, kürtaj yasaklarına, enseste, evde, işyerinde, sinemada, okulda, üniversitede, lisede akademide, sendika ve politik partilerde taciz ve tecavüze karşı sessizliklerini bozuyor, eril dokunulmazlıkları tükürükleriyle bile çöpe çevirebileceklerini gösteriyorlar. İşte bu yüzden 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, “başkaların hikayesi” değil, kendi elleriyle kendisini kurtaracak olanların, hepimizin ve her birimizin birbirini güçlendiren içtenlikli mücadelesi olarak yaşanıyor.
Sert tokatlar
Bu mücadeleler için çok sert üç olay geçenlerde Fransa’da toplumun yüzüne tokat gibi çarptı. Ensestle ilgili iki araştırmanın bulgularıydı bunlar. Araştırmalan biri 20-69 yaşları arasındaki 27.000 kişi ile gerçekleştirildi. Buna göre her sekiz erkekten ve her beş kadından biri 18 yaşından önce aile ve yakın çevresi içinde cinsel istismara uğramıştı. İkinci araştırmada ise her 10 kişiden biri enseste maruz bırakıldığı ortaya çıktı. İki araştırmanın ortak sonucu yaklaşık 6,7 milyon kişinin aile içinde taciz ve tecavüze uğramasıydı (% 78’i kadın) ve bu sayı 2009’da 2 milyondu. Söylemeye gerek var ki, bu suçları işleyenlerin hemen tamamı çevrelerinde “muteber” insanlar olarak yaşamaya devam ediyor. Fakat bu konuda çıkan üstüste yapılan anlatımlar, yayınlanan kitaplar gerçeğin gücünü büyüttü. Hakedilmemiş saygınlık balonlarını patlattı; “büyük aile”yi sorgulattı.**
Bir başka örnek ise genç bir kadının, 2008-2010 yılları arasında 13-15 yaşlarında iken 20 itfaiye işçisi tarafından defalarca tecavüze uğradığını açıklamasıydı. Kamuoyunda Julie olarak anılan genç kadın için kent merkezinde gösteriler yapıldı. Eylemlere itfaiye işkolunda en kitlesel ikinci sendika olan, SDIS-CGT de katıldı. Sendika açıklamasında “Biz Julie’ye inanıyoruz” denildi ve Julie’nin sözlerine kulak verilmesi, duymazlıktan gelinmemesi, değersizleştirilmemesi, alaya alınmaması, hafifsenmemesi gerektiğini söylendi. Sivil, asker ve gönüllü olarak 250.000 itfaiye işçisinin çalıştığı ve sıkça ambulans görevi de yaptığı Fransa’da bu olayda itfaiyecilerin sahip olduğu olumlu imajı ve halkın güvenini kötüye kullanılmıştı.
Kadınlar meydan okuyor
Tekelci burjuvazinin kadın-erkek eşitsizliğinin sözde giderilmesi için 100 yıl (aslında 99,5!) hesabı, dünya ölçeğinde eğitimde 12 puan ilerleme var ama ekonomik açıdan kadınlar aleyhine 257 puanlık bir uçurum var, diye açıklanıyor. Yani burjuvazinin kendisi de, eğitimle sağlanan değişimin de toplumsal cinsiyet uçurumunu tek başına gideremeyeceğini kabul ediyor. Ve biz kadınları içine doğduğumuz bu duruma karşı acilen harekete geçmeye çağırıyor: #ChoosetoChallenge (meydan okumayı seç).
Utanmazca hilekar bir çağrı! Sanki görülmüyor ki, o meydan okuma isteğinden bizde fazlasıyla var. Sanki kadınlar hayatlarını savunmak ve değiştirmek için kesintisizce buluşmuyor, sokakları özgürlük çığlıkları ile doldurmuyorlar.
Burjuvazinin acilen harekete geçme kapsamında önüne koydukları ise şunlardan oluşuyor:
“Covid-19 sonrası toplumsal cinsiyet eşitliğini iş dünyasıyla bütünleşik hale getirmek: dünyada hızlı büyüyen sektörlerde yeniden istihdam edilmeye hazır olmak üzere kadınlara yeni beceriler kazandırmak. Sektörlerin kendi içindeki ve sektörler arasındaki ücret uçurumlarını kapatmak: halihazırda düşük ücretli olan hayati çalışma alanlarında iş niteliğini ve ücret standartlarını yükseltmek. Kadının işgücüne katılımını artırmak: sosyal güvenlik ağlarını, özellikle de çocuk bakımı alanında güçlendirmek. Daha fazla kadını yönetim ve liderlik pozisyonlarına getirmek: hükümet ve işletme seviyesinde kadınlar için liderlik hedefleri oluşturmak.” (agy)
Bu filmi görmeye başlamıştık. Bütün bir ücretli kölelik ve yeniden üretim/aile yaşamı deneyiminden biliyoruz ki, özgür gelişimi çok nadiren tadacağız ve bunu sağlayan da ancak kendi çabalarımız olacak. Üstelik, çalışma yaşamında edineceğimiz yeni beceriler dizisi bizi erkek egemenliğine, cinsel baskı ve şiddetinize, keyfiliğinize karşı güvenli kılmayacak!
1789 Fransız Devrimi, Paris Komünü, İkinci Dünya Savaşı, 1968 hareketi.. gibi dünyayı sarsan zamanlarla, kadın özgürlük mücadeleleri, kazanımları, sloganları, kurucu isimleriyle simgeleşmiş Fransa gibi bir ülkede 8 Mart bilinci ve gücü tartışılmaz sanılabilir. Ancak bu güç tek başına ne bu çarpıcı tarihin menkıbeleştirilmesinden ne de sadece acil taleplerin kuvvetle vurgulanmasından gelecektir -kaldı ki, kitlesel eylemlerin eksiği fazlasıyla son 10 küsur yıla ait olduğu biliniyor, neoliberal kapitalizmin sınıfsal toplumsal kazanımları ateş altına aldığı yıllar... 8 Mart, kadın işçilerin mücadelesinden doğdu; sosyalist hareket tarafından tüm kadınlara özgürlük ve eşitlik ereğiyle bayraklaştırıldı. Proletarya ordusuna itekleyerek giren, kriz zamanlarında birçok sektörde bordadan atılan kadınlar çifte baskı ve sömürüye karşı öfkeleriyle olduğu gibi kavrayış, sezgi, beceri ve çokyönlülükleri ile de safları zenginleştirdiler, niteliğini yükselttiler. Kendisine ait ne odası ne zamanı olan kadın, acınası ve en fazla ev mahallinde danışılan bir varlıktan çıktıkça bütün toplumsal mücadeleler, yenilik ve farklılık fikrinin kendisi, onu mıknatıs gibi çekiyor.
Burjuvazinin gözünü diktiği, eski formun artık sığmadığı soluktur. Temelleri sistemin sömürü ve baskı üzerine kurulmasına dayanan kadın sorunu, konjonktüre sığmayan bir yönetememe krizidir. Kadınlar, bunun karşısında birbirleriyle hiç olmadığı kadar etkileşime girerek bir meydan okumayı örgütlemektedir.
DİPNOTLAR:
* “Kadınların oy hakkını elde etmesi için bütün ülkelerin Sosyalist kadınları emekçi kitleler içerisinde belirtilen ilkeler çerçevesinde ajitasyon yürütmeli, onları kadın cinsinin siyasal kurtuluşunun toplumsal gerekliliği ve önemi konusunda yazılı ve sözlü araçlarla aydınlatmalı ve bunun için bütün imkanları işletmelidirler. Bu propagandada özellikle bütün siyasal ve kamu kurumlarına seçim konusunu kullanmalıdırlar. Kadınlar yerel ve eyalet yönetimleri, iş uyuşmazlıkları için hakem heyetleri, sosyal güvenlik kurumları gibi kurumları seçme hakkına sahip iseler, bu haklarını tam olarak ve sorumluluk bilinciyle kullanmaya ikna edilmelidirler. Oy hakları yoksa ya da çok sınırlıysa sosyalist kadınlar onları bir araya getirmeli ve hakları için mücadeleye yöneltmelidir. Kadınlar için tam ve eşit oy hakkı talebinin önemi her koşulda vurgulanmalıdır.
Bu yılki 1 Mayıs gösterisi vesilesiyle -hangi biçimde olursa olsun- cinsler arasında tam siyasal eşitlik talebi yükseltilmeli ve güçlendirilmelidir. Bütün uluslardan kadınlar ülkelerinde proletaryanın sınıf bilinçli siyasal ve sendikal örgütleri ile birlikte özel bir Kadınlar Günü organize etmelidirler. Burada öncelikli olarak kadınlara oy hakkı propagandası yapılmalıdır. Bu talep bütünsel kadın sorunu ile bağlantılı olarak toplumsal sorunların sosyalist kavranışı uyarınca ele alınmalıdır. Konferans Uluslar arası karakterde olmalı ve özenle hazırlanmaldır (öneri sahipleri Clara Zetkin, Kate Duncker ve yoldaşları).” https://archive.org/details/InternationalSocialistCongress1910SecondInternationalConferenceOf/page/n15/mode/2up (metinde sayfa 21, madde 2)
Hemen ertesi yıl, 25 Mart 1911’de New York’daki Triangle Shirtwaist gömlek fabrikasında çıkan yangında 123 kadın ve 23 erkek işçi yaşamını yitirdi. Çoğu göçmen olan işçiler 14-23 yaşlarındaydılar. Kadın işçi mücadeleleri birbirini izliyor ve bağlanıyordu. Sosyalist Ekim Devrimi de 8 Mart’ta ekmek ve barış talebiyle yapılan bir kadın eylemi ile patlak verdi.
“Proleter olarak sömürülüp sömürülmediği meselesinden bağımsız olarak kadın, özel mülkiyet üzerine kurulu bu dünyada cinsiyeti ile belirlenen bir yaratıktır. Ve kadının yolu üzerinde erkeğin bilmediği bir yığın engel ve yasaklar vardır.” (Auguste Bebel) Kadınların özgürlük ve kurtuluş mücadeleleri büyük devrimsel ilerlemeler ama aynı zamanda gerilemelere sahne oldu. En demokratik cumhuriyetlerde bile kadın-erkek tam eşitliğinin sağlanamayacağı ve kadınlar üzerindeki çifte baskı ve sömürünün son bulmayacağı deneyimi pekişiyor. 8 Mart’ı bu yüzden en güçlü tarzda emekçi kadınlar sahiplenirken sınıfsal ve cinsel, toplumsal ve bireysel kurtuluşlarına tutkuyla bağlanıyorlar. Kadının ücretli ve ücretsiz emeğinin sömürgeni burjuvazi ise 8 Mart’ı sadece kullanıyor -bakınız Dardanel reklamı...
** Ocak ayında Fransa’da yayınlanan “Büyük Aile” adlı kitap, Fransız burjuvazisi ve entelektüel elitinde yaşanan bir ensest olayını konu alıyor. Yazar avukat Camille Kouchner, ikiz erkek kardeşinin 13 yaşındayken üveybabası tarafından tacize uğradığını ve bu olayın aile içerisinde nasıl gizli tutulduğunu anlattı. Üveybaba Olivier Duhamel akademi ve medyadaki pozisyonlarından ve kanaat kişisi rolünden istifa etmek zorunda kaldı.