Pandemide altı ayı geride bırakırken işçi sağlığı mücadelesi: Ne yapmalıyız? - Murat Çakır

Sınıf mücadelesinin önemli başlıklarından birisi işçi sağlığı ve iş güvenliği mücadelesi. İşçinin beslenmesinden barınmasına, ulaşımından işyerinde alınan önlemlere, çalışma koşullarından örgütlenmesine kadar çok geniş bir kapsama sahip. En görünür sonucu ise iş cinayetleri. Ülkemizde her yıl (sigortalı-sigortasız, çocuk-kadın-göçmen-yaşlı, işçi-kamu çalışanı, kadrolu-sözleşmeli-taşeron, sendikalı-sendikasız vd.) 1700-1800 işçi çalışırken hayatını kaybediyor.

Bizler iş cinayetlerine karşı mücadele verirken genel olarak güvencesizleştirme politikalarına karşı mücadeleyi merkeze alan bir hat izlemekteyiz. Ancak içinden geçtiğimiz süreçlerin özgünlüklerini tespit edip mücadeleyi bu süreçlere uygun bir şekilde yenilenen bir tarzda örgütlemek de bir zorunluluk.

Örneğin 20 Temmuz 2016’da ilan edilen OHAL sonrası üretim süreci de bu koşullara göre yapılandırıldı. Grevler yasaklandı, basın açıklamalarına müdahale edildi ve sendikaların düğün salonunda yapmak istediği toplantılar bile valilik kararları ile engellendi. Hatta sendikal örgütlenme faaliyeti suç sayılıp hapse atılan sendikal kadrolar bile oldu. Binlerce işçi işten atıldı, işçilerin sosyal medya paylaşımları bile atılma gerekçesi haline geldi. Bu süreçte işyerlerinde de patronlar tarafından işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri rafa kaldırıldı. Üç işçinin yapacağı iş iki işçiye yaptırıldı, çalışma saatleri artırıldı. Öyle ki bu süreçte görece ayrıcalıklı işçiler diyebileceğimiz TİS yapan sendika üyesi işçiler bile “Ben bu güvenliği olmayan makinede çalışmayacağım” diyemedi. Bu politikaların doğrudan yansımasını iş cinayetlerinin yüzde 15 civarında artarak yılda 2000 işçinin hayatını kaybettiği bir tablonun ortaya çıkmasıyla net olarak görebiliyoruz. Özellikle Türkiye sanayinin merkezini oluşturan ve sendikalı işçi oranının daha yüksek olduğu metal, maden, enerji işkolları başta olmak üzere tüm sanayi işkollarında iş cinayetleri oransal olarak arttı. OHAL işçi sınıfının en örgütlü kesimini hedef almıştı. Bugün hala OHAL dönemi uygulamalarının sonuçları devam etse de 2018 yılı sonuna doğru işçi sınıfı örgütlülüğünün attığı adımlar sonucunda en azından iş cinayetlerindeki bu artış salgın dönemine kadar engellendi.

Salgın sürecinde yaptıklarımızın değerlendirilmesi önümüzdeki süreç pratiği için önemlidir
İlk resmi vakanın bildirildiği 11 Mart 2020 tarihinden itibaren salgın sonucu yüzlerce işçi hayatını kaybetti, binlerce işçi ise hastalandı. İşçilerin ailelerini ve emeklileri de ekleyince bugüne kadar salgından ölenlerin büyük bir çoğunluğunun işçi sınıfından olduğu gerçeği tüm çıplaklığı ile ortadadır. Türkiye, tarihin en büyük ‘işçikırımı’ ile karşı karşıyadır.

Bu süreçte patronlar, uluslararası işbölümünde daha fazla yer almak için fabrikalarda geceli gündüzlü kuralsız bir şekilde çalışmayı artırmaktadır. Devlet COVID-19’u iş kazası olarak görmeyen bir genelge çıkararak bu durumu daha da pekiştirmektedir. Ücretsiz izin, kapalı çalışma sistemi vb. uygulamalarla üretim de salgın sürecine uygun olarak yeniden yapılandırılmaktadır. Basın açıklamaları ve işçi eylemleri bu gerekçeyle yasaklanmaktadır. Bu noktada üç hususa dikkat çekmek gerekiyor:

1- En fazla sağlık, market, tekstil, belediye ve kargo işçileri ile şoförler COVID-19 nedeniyle hastalanmakta ve hayatlarını kaybetmektedir. Tabiî özel olarak COVID-19’dan en çok sağlık işçilerinin etkilendiğinin altını çizmek gerekiyor. Faal çalışanlar içinde ölenlerin üçte biri, hastalananların da 8 ila 10’da biri sağlık emekçileridir. Birçok hastanede sağlıkçılara günlük bir ameliyathane maskesi ve eldiven ile haftada bir N-95 maske verilmektedir. Yemekhane, giyinme vb. ortak kullanım alanları uygun değildir. Test yapılmamakta hatta Sağlık Bakanlığı Genelgesi’nde pozitif hasta ile 15 dakikadan fazla korunmasız temaslı olan sağlıkçılara bile belirti gösterene kadar test yapmama ve pozitif çıkana kadar çalıştırma uygulamaları hayata geçirilmektedir.

Bizler COVID-19 ile birlikte farklı koşullarda çalışmaya sürüklenen işçilerin talepleri arasındaki açıyı kapatma pratiğinde eksik kaldık. Sırasıyla söylemek gerekirse:

  • Zorunlu olarak çalışan ve bu süreçten en çok etkilenen sağlık, belediye, kargo, market, gıda, enerji vb. işçilerin ana talebi işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin alınması, çalışma saatleri ve ulaşım sorunlarıdır.
  • İşsiz kalan veya 1168 TL ücret ile geçinmeyen mahkum edilen işçiler ticaret, kafe, turizm vb. işçilerin ana talebi işten atmaların yasaklanması ve ücrettir.
  • Rekabet (tedarik zincirinin devamı) için çalıştırılan metal, lastik, inşaat vb. işçilerinin ana talebi çalışmama hakkı ve ücretli-idari izindir.
  • Evden çalıştırılan büro çalışanları, öğretmenler vb. işçilerin ana talebi ise çalışma saatlerinin belirsizleştirilmesi, uzun çalışma ve büro giderlerinin eve transferi karşısında boş zaman hakkı ve ek ödemedir.

Tabiî bu kesimler ve talepleri bazı açılardan iç içe de geçmiş bulunmaktaydı. Ancak işçi sağlığı mücadelesi salgının ilk ayında “halkın sağlığı için üretimi sürdürmenin zorunlu olduğu sektörler dışında işyerlerinde üretim durdurulmalı ve işçiler salgının kritik evresi bitinceye kadar ücretli-idari izinli sayılmalıdır” talebini, ikinci ayında işyerlerinde ve ulaşımda İSİG önlemlerinin alınmasını öne çıkardı. Önümüzdeki süreçte ise yukarıda belirtilen işçi kesimlerinin taleplerinin sırasıyla savunulması önemlidir.

2- İşçi sağlığı mücadelesi olarak daha evvel karşılaşmadığımız (OHAL siyasal bir gerekçeydi burada ise gerekçe salgın-sağlık) bir süreç yaşadık ve lokal çıkışlar dışında buna uygun bir yanıt veremedik. İnşaat-İş, Dev Yapı-İş, Enerji-Sen, Limter-İş, Dev Sağlık-İş, Dev Tekstil, Bağımsız Maden-İş vd. işyerlerinde, sokakta yaptıkları eylemler, Birleşik Metal-İş’in bazı fabrikalarda kısmi çalışmaktan kaçınma hakkını kullanması, DİSK’in 1 Mayıs-Dardanel-Vestel eylemleri, oluşturulan platformların basın açıklamaları vb. dışında işçi sağlığı mücadelesi bütünlüklü bir ses ve eylem hattı oluşturamadı. Facebook, Twitter, Instagram, Zoom gibi iletişim kanalları yoğun olarak kullanıldı ama işçi sınıfının çoğunluğu işyerlerine gitmek zorunda kalmıştı ve gerekli alan pratiği gerçekleştirilemedi.

Kaldı ki salgın sürecinde kaybettiğimiz işçilerin en az 20’si sendika üyesiydi. İş cinayetleri raporlarında ölen işçilerin oranı yüzde 1-2 iken COVID-19 nedeniyle çalışırken ölen sendikalı işçilerin oranı yüzde 10’dur. Bu durum pratiklerini sürekli paylaştığımız sendikalar (ve sendikal merkezler) dışında hakim sendikal anlayışın üyelerini dahi koruyamadığını göstermektedir. (Ki meslek odaları örgütlülüğü bu oranlamaya dahil değildir.) Bu noktada salgın sürecinde bizzat işçilerin inisiyatifiyle belirlenen “işyeri salgınla mücadele komitelerinin-meclislerinin” oluşturulması ve bunların genel bir koordinasyonunun gerçekleştirilmesi zaruridir.

3- COVID-19 ile birlikte işçi sağlığı ve halk sağlığı mücadelelerinin ortak, güçlü bir ses oluşturmasının nesnel zemini ortaya çıktı. OHAL süreci ile de çakışan dönemde Kuzey Ormanlarının Savunulması ile 3. Havaalanı’nda çalışan inşaat işçilerinin iş cinayetlerinde ölmemesi ve ekolojik hak mücadelelerini birleştirmeye yönelen ortak zeminler için uğraşmıştık. Ancak bugün yerellerde oluşturulan ‘Dayanışma Ağları’ ile -belirli pratikler olsa da- ortak bir mücadele zemini oluşturulamadı. Bu noktada mahalle merkezli “sağlık hakkı meclisleri”nin örülmesi zaruridir.

Salgınla mücadele komiteleri/meclisleri kurma çalışmalarına başlayalım
Önümüzdeki süreçte COVID-19’a karşı İSİG önlemlerinin alınması talebi ile iç içe olarak güvencesiz çalışmanın derinleştirilmesine, işsizliğe, açlığa karşı mücadeleyi de öne çıkarmalıyız. Yani salgına karşı işyerlerinde gerekli önlemler üretim, beslenme, ulaşım vb. alanlarında alınmalı; çalışma saatleri ücretlerde kesinti olmadan düşürülmeli, işten atmalar yasaklanmalı ve işçilerin insanca yaşayabilecekleri bir ücret (asgari ücret yıl sonunda belirlenecek) mücadelesi verilmelidir.

Oysa sendikal hareket, COVID-19 salgını en az 2022 yılına kadar devam edecekken ve bu süreci bitmiş, ölümler yaşanmamış, hastalığa kapılma durumu yokmuş gibi davranıp işsizlik betimlemeleriyle, örgütlülüğünü korumaya dönük önlemler alınmasını talep ederek ve sessiz sedasız TİS’ler imzalayarak geçirmektedir.

Gerçekler ise bambaşkadır. İşçiler salgın sürecinde sağlık hakları, mesai saatleri, ulaşım sorunları ve iş güvenceleri için mücadele deneyimleri sergilemektedir. İşyerlerinde geçici de olsa kendi birliklerini oluşturup temsilcilerini seçerek haklarını istemektedir ve kısmi başarılar da sağlanmaktadır. Devrimcilere düşen görev ise bu eğilimleri sahiplenerek yön göstermek, kurumsallaştırmak ve ülke çapında bir direniş-dayanışma hattını oluşturmaktır. İşte tam da bu noktada yukarıda belirtilen talepler doğrultusunda işyerlerinde salgınla mücadele komite-meclislerinin kurma çalışmalarını hayata geçirmeli ve koordinasyonunu sağlamalıyız. Tarih bizi bir kez daha göreve çağırmaktadır…

Sendika.Org