Mahallelerden işyerlerine korona manzaraları - Osman Çokaman

Televizyonda akşam haberlerinde, sosyal medyada sayfayı her yenilediğimizde bir aksiyon filmi izler gibi takip ettiğimiz COVID-19 salgınının yine tıpkı film gibi bir senaryo ve kurgudan ibaret olduğunu düşünüp belki de yaşadığımız coğrafyayı etkileyebileceğini hesaba katmadan geçirdik bir süreyi. Sonra Sağlık Bakanı’nın “ilk vaka görüldü” açıklaması…

Sinirler gerildi, kaygılar arttı. “Ne yapılacak şimdi?” diye soran ürkek bakışların asıl derdi can güvenliğini garanti altına almaktı. Her gün televizyonlarda boy gösteren siyasetçiler, uzmanlar kayboldu, bir tek Sağlık Bakanı hükümet adına atılacak adımları sıralamak, vakanın yayılımına dair “Doğru(!)” bilgi vermek için ekran karşısına geçiyordu. “Sesi titredi”, “Gözü kızardı” görüntülerinin arasında, her kriz anında emeğiyle geçinen milyonların üzerine basarak krizden çıkış hesapları yapan iktidar cephesine yönelik “Bizi kurtar” beklentisi oluştu. O da aldı önlemini…

#EvdeKalTürkiye sloganı, patronları koruma programı vs. derken hayat ıssızlaştı, sokaklar tenhalaştı. Güvensizlik ve korku içinde sürecin geçmesi beklentisiyle esas olarak süregiden gündelik hayat akışı kırıldı. Bir tek evde kalamayanlar için hala sabah dolmuşa, otobüse ya da servise binip işyerine gidiş telaşı bitmedi. “Sık sık ellerinizi yıkayın” tavsiyesi sık sık yapılıyor ama evde kalamayan milyonlarca işçi iş yerlerinde bunu gerçekleştirebilecek koşullar yoksun çalışmaya devam etti. Kredi borçları, faturalar ertelendi denildi ama yine aynı evde kalamayanlar için geçerli değil bu. Dükkanında kiracı olanları koruyan borçlar hukuku, evinde kiracı olan emekçiyi korumaya yetmiyor.

Ücretsiz izne çıkarılmak, maaşın eksik yatması, işyerinde COVID-19’a karşı alınmayan hijyen önlemleri, artan ve belli ki daha da aratacak olan gıda fiyatları, evin faturaları, kirası… Belki sokaklarda insanların dolaşımı yavaşladı ama bu dertler mahallelerden işyerlerine her gün zihinlerde çözüm bekleyen sorular olarak dolaşıp duruyor.

***

İlk vakanın görüldüğü tarihten bugüne işçi sınıfının ve dolayısıyla halkın durumunu ifade eden birçok yazı çıktı, röportaj okundu. Ancak bu tabloyu bu durumu bir kez daha ifade etmek için çizmenin alemi yok. Bu süreçte siyaset yapmanın, hem de işçi sınıfının suretinde memleketi kurtaracak yolu gösteren bir siyaset yapmanın olanaklarına dair ipuçları yakalamak için bakmak lazım.

Sürecin geçiciliği veya kalıcılığı tartışılır ama artık gündelik hayatın akışı üzerinde kalıcı etkileri olacağı kesindir. Evden çalışma biçimlerinin yaygınlaşması, birçok ihtiyacın artık e-ticaret yoluyla karşılanması ve dolayısıyla kargo merkez, depo, nakliye/kurye işlerinin ve işçiliğinin artması eğilimi güçlenecektir. Daha az insanla teması olan dijitalleşen bir gündelik yaşam. Daha az insani temasın kaçınılmaz sonucu toplumsal çözülmedir ve kamusal olanın/alanın daha da fazla sermayenin ve onun devletinin insafına terk edilmesidir. Peki tam da bu noktada bizi, biz tarafından koruyacak alınması gereken önlem ne olabilir? Aslında çok karmaşık bir cevap değil. Daha fazla toplumsal örgütlenme, daha gelişkin politik örgütlenme. Yani halkın, işçi sınıfının işyerinde ve yaşam alanlarında kaderini kendi eline alarak karşılayacağı özyönetim mekanizmalarının geliştirilmesidir.

Peki insanlığın varlığını böylesine tehdit eden bir salgın koşullarında bunun imkânı var mıdır? 21. yüzyıl ayaklanmalarının ve toplumsal hareketlerin kazandırdığı bir özellik olarak hızla harekete geçme, sosyal bir çevre olarak organize olma ve bunun sonucu dayanışma ağları üreterek alternatif bir ilişki yumağı oluşturma refleksi bugün de hayatın içinde. Bu nitelik en cılız olduğu dönemde bile, bugünlerde maske üretme, ihtiyaç sahibi komşusuna alışveriş yapma, sokak hayvanlarını düşünme ve ihtiyaçlarını giderme vs. şeklinde kendisini başlangıç aşamasında gösteriyor. Geçmişte Haziran İsyanı’nın forumcu pratiklerini de yaşamış mahallelerde, semtlerde daha hızlı olan bu hareket etme biçimi yayılıyor.

Dayanışmayı ihtiyacı olanla imkânı olanı buluşturacak bir pratik olarak kuran bu hareket biçimi sosyal medya araçları ve diğer dijital haberleşme araçlarıyla birçok insanın bir araya geldiği, etkileşimde bulunduğu mecralara dönüşüyor ya da bunun potansiyelini taşıyor. Buraya kadar her şey yolunda, peki bu kıvamda kalması yeterli mi? Salgının yarattığı krizin derinleştiği koşullarda, yarattığı yıkım karşısında halkın inşacı eylemini yaratabilecek, gıda krizi gibi durumlarda devreye girerek gündelik yaşamdan mahalle yaşamının bütününü antikapitalist ilkelerle kurmaya cesaret edecek bir halk örgütlülüğünün mayalandığı yerler olarak değerlendirilmesi gerekir. Bu da böyle düşünen, böyle eyleyen kendisini salgın/kriz koşullarında yeniden yaratan politik örgütün mahareti olacaktır.

***

Ancak “Korona günlerinde” yaşam alanlarımıza azami özen göstersek de cephenin ön saflarında milyonlarca işçi var. Hastanelerde temizlik işçileri ve hasta bakıcılar dahil olmak üzere tüm sağlık emekçileri, şantiyelerde inşaat işçileri, kargo merkezlerinde, depolarda çalışan işçiler, fabrikalara dolu servislerde gidenler, bankacılar, işyeri maliyetleri de üzerinde yıkılan, özel hayatı kalmayarak evden çalışanlar kısacası milyonlarca işçi yani #EvdeKalamayanlar…

Tuzu kuru tavsiyelerle evde kalmaları mı öğütlenmeli, gerçek bir örgütlülüğe ve harekete dayanmadan iktidara talep mi iletmeli? Ne yapsak fayda etmeyecek bir cehennemin içerisinde sermayenin çarkı dönsün diye çalıştırılmaya devam ediyorlar. Aslında “işi bıraksalar sağlıklarını korurlar” diye düşünen de var. Bu naif düşünceyi aşağılamadan gerçekleri dillendirmeye devam edelim. O zaman da zaten var olan geçim derdi katlanıyor.

Peki sınıf bu cenderenin içerisinde kaygılı ve korku içerisindeyken, amacını “teorik olarak” işçi sınıfının iktidarı hedefiyle tanımlayanlar ne yapacak? Uzaktan izleyerek ve bu sürecin geçmesini bekleyerek idare etmek bir seçenek ve çoğu tarafından da bu seçenek tercih edilmiş gibi gözüküyor.

Tercihini böyle yapanlara aslında işçiler de itibar etmiyor, onlar tüm zorluklar içerisinde yaşamak için direnmenin yollarını aramaya devam ediyor. Şantiyelerde itiraz eden bir ses hemen etrafına diğer işçileri de topluyor. Bir arkadaşlarının pozitif çıkan test sonucu sonrası çalışmayı bırakıyorlar, patronun tüm tehditlerine rağmen direnerek ücretli izin hakkını kazanıyorlar. Ama işlerin bu kadar yolunda gitmediği yerler de var ve üstelik sayısı fazlaca mevcut.

İşte tam da bu noktada kaderini emekçinin kaderiyle bir tutanların iradi çabalarının devreye girmesi gerekiyor. Sınıfın duyulmayan sesini duyulur hale getirecek militan bir ses, sınıfın ihtiyaç duyduğu bilgiyi derleyip ona sunacak militan bir sendikacılık pratiğini hayata geçirmek gerekiyor.

Yaşıyoruz, salgının ilk günlerinden itibaren evine kapanan sendikacıları, işçinin telefonunu açmayan örgütlenme uzmanlarını, #EvdeKal çağrısı yapan şube başkanlarını görüyoruz. İşçinin yüzünü göremediği için mecburen arkasından okuduğu lanete de şahit oluyoruz.

Bir yandan da hangi koşul altında olursa olsun sınıfın derdi duyulacak diye fedakârca didinenlerin, en riskli alanlar olan hastanelerin koridorlarında gezerek işçilerin örgütlü olarak hareket etmesi için uğraşanların da olduğu zaman, işçi arkadaşlarımızın kendi yaşamları için mücadeleye daha olumlu yaklaştıklarını, örgütlenmek için birbirlerini teşvik ettiklerini. Üstelik işkolu ayrımı, sendikaya üyeymiş, değilmiş demeden fiili bir komite gibi hareket ettiklerine de şahit oluyoruz. Elbette kendiliğinden değil!

Salgın koşullarında, ekranlarda “Alkışlayın” tavsiyesiyle hatırlatılan sağlık emekçilerinin gerçek hayatta hastanelerde ayrımcılığa maruz kaldığı zaman müdürün kapısına dayanan sendikacılık pratiğinden “İşten çıkarmalar yasaklandı” yaygarasına rağmen işten çıkarılan sağlık emekçisini işe iade ettiren sendikal iradeye, kökü derinde kuvvetli olan bir tohum yeniden filizleniyor.

Salgının ne kadar kalıcı ne kadar geçici olduğu muamma ama etkilerinin kalıcılığı şüphe götürmez. Üstelik üretim ve tüketimdeki ciddi bir daralmayla derinleşecek kriz koşullarında yaygınlaşacak kitlesel işsizlik, güvencesiz ve adeta bu süreçte iyi bir şeymiş gibi sunulan esnek çalışma koşulları bizi bekliyor. Çok ciddi bir yıkıcı dinamik, kriz ve salgın koşullarının içerisinden doğuyor.

Tam da bu noktada mahalleleri dayanışma ağlarıyla kuşatan ve bu örgütlülüğü sağlık emekçileriyle buluşturan devrimci çabanın, stratejik aklını sınıfın örgütlenmesi, sınıfın yıkıcı dinamiğinin kurucu bir süreç içerisinde düzen karşıtı bir hareket olarak örgütlenme olanaklarına vermesi gerekiyor.

***

Genel olarak bu iddia pek de itiraz edilecek noktalar taşımıyor gibi görünebilir. Evet, güçlü bir sınıf hareketi olsa fena olmaz. Üstelik bu salgın koşullarında, iktidara birtakım talepleri de kabul ettirebilirdi, biraz güçlü olsa…

Ancak toplam sürecin ikincil bir parçası olarak değil var olan neoliberal çöküntünün karşısında devrimci bir alternatifin oluşması için asli olarak sınıfa ihtiyaç var… Yani kendisini sınıfın kurtarıcısı sayanların, esas olarak sınıfa ihtiyacı vardır.

Kamusal hizmetlerin metalaştırılması bugün salgının yayılmasının önünü açıyor. Dolayısıyla sınıfın eylemiyle inşa edilecek bir kamusal haklar mücadelesine ihtiyacımız var.

Çünkü, tüm bir toplumu sağlık piyasasının müşterisi olarak gören sağlık sistemimiz önleyici tedbirleri kapsamıyor.

Çünkü, adeta bir sürü bağışıklığı denemesiyle üretken nüfusun dışında kalan yoksulları ve sermayenin ihtiyacı olan canlı emeği yani işçileri salgının en tehlikeli sonuçlarıyla yüz yüze bırakan bir sermaye iktidarıyla karşı karşıyayız.

Çünkü, ekonomik kriz koşullarında salgın, kapitalizm için krizden çıkış fırsatı olarak değerlendiriliyor, üstelik işsiz yığınların oluşması, yoksulluğun derinleşmesi pahasına.

İşte bu girdaptan çıkış için sınıfın eyleminden başka bir yol, kapitalizmin yıkılmasından başka bir alternatif bulunmuyor.

Düzen kendi yaralarına sarma telaşı içerisinde. İçi boşalmış, sınıfta karşılığını yitirmiş geleneksel kurumların havada uçuşan laflarına ihtiyacımız yok. Gelenekselin çöktüğü koşullarda, gökten zembille inecek bir yeni yöntemler de ihtimal dahilinde değil. Tek ihtimal aklıyla, fikriyle ve eylemiyle kendisini tam da bu “Sağlıksız” koşullarda en alttakilere, öfkesi en bilenmişlere, hayalleri çaresizlikle büyük umutlar arasında salınanlara adamaktır.

Sendika.Org